Prof. Dr. Sevil ATASOY
Sosyolojik açıdan ırkçılık ne kadar gerçekse, biyolojik açıdan ırk, o kadar hayaldir
2007 yılında Nobel ödülü alan DNA’nın babası James Watson, herkesin tüylerini ürperten bir konuşmasında, Afrikalıların genetik açıdan diğer ırklardan daha aşağı olduğunu söylemiş, birkaç hafta sonra kendi DNA’sının, Avrupalı ortalamasının 16 katı “Afrikalı geni” taşıdığı ortaya çıkınca ne diyeceğini şaşırmıştı.
01 Temmuz 2012, Pazar
Okuduğum bilimsel araştırmaları her zaman iki sınıfa ayırmışımdır: İlgimi çekmeyen ve çekenler. Çekenlerden bazıları, içimde isyan fırtınaları kopartmış, genellikle “Boş ver, olay çıkartma!” deyip geçmişimdir. Ender olarak biri, içimi kemirip durmuştur. İşte, başımı ciddi biçimde belaya sokan, ama bütün hayatımı değiştirecek olan, K. Hummel’in Human Genetics dergisinin 1970 yılı, 8. cilt, 4. sayı, 330. sayfasında yer alan Almanca makalesi, böylesi bir kurttu.
Makalenin adı uzun, sabırla okuyun: “Freiburg ve Köln bölgesindeki Almanlar ile Türklerde, haptoglobin Gc, eritrosit asit fosfataz, fosfoglukomutaz, adenilatkinaz kalıtım sistemlerinin rastlanma sıklığı ile Gm(1), Gm(2) ve InV(1)’in kalıtım özellikleri”.
Sıralanan biyokimyasal işaretlerin rastlanma sıklığı ve kalıtım özelliklerinin araştırılmasının nedeni basitti. O yıllarda henüz DNA analizleri yoktu. Gelişmiş ülkeler, babalık ve akrabalık tayinlerinde, kan gruplarının yanı sıra bu işaretleri de kullanıyordu. Anne, çocuk ve baba olduğu iddia edilen erkeğin kanında bunlar inceleniyor, uyumsuzluk çıkarsa erkeğin baba olmadığına karar veriliyordu. Uyum çıkarsa, karmaşık bir istatistik hesap yapılıyor (Essen-Möller olasılığı), böylelikle rastlantısal benzerliğin önüne geçilmek isteniyordu.
Alman yasaları 70’lerde, bu hesap sonunda % 99.73’ten daha yüksek bir doğruluğa ulaşılmasını şart koşmuştu. Hesabın yapılabilmesi için katsayılar gerekiyordu ve katsayılar için, incelenen işaretlerin farklı biçimlerinin şüpheli erkeğin geldiği topluluktaki rastlanma sıklığını (örneğin A kan grubu % şu kadar, B bu kadar gibi) bilmek gerekiyordu.
Hummel’in araştırması, sıklıkla karşılaşılan bir soruna çözüm bulmayı amaçlamıştı. Alman kadınlar mahkemeye başvurarak, çocuğunun babasının bir Türk olduğunu iddia etmekteydi. Çocuğun, annenin ve erkeğin kanındaki işaretler inceleniyordu ama, hesap yapmaya gelince, iş sarpa sarıyordu. Çünkü bu işaretlerin Türklerdeki dağılımı bilinmediğinden, katsayı yoktu. İşte, Hummel, Türklerle ilgili davalardaki katsayıların peşindeydi. Amaç çok güzeldi de, tepemin tasını attıran örneklemdi. Hummel, Köln’de çalışan 100 kadar Türk işçisinin kanını inceleyerek, “Türk katsayıları bunlardır” deyivermişti. Oysa, Türkiye’den belirli bir bölgeye göç etmiş bu insanlar arasında, aynı kasaba ya da köyden gelenler, hatta kan akrabaları olabilirdi.
Soruşturulduk, aklandık, korkmadık devam ettik
Hummel’in makalesini okuduktan sonra, Almanya’daki meslektaşlarımı aradım. Türkler babalık davalarına konu olduğunda, onun katsayılarını kullandıklarını öğrendim. Çok sayıda bilirkişi ve yargıçla yüz yüze görüşerek, hesapların hatalı olduğunu anlatmaya çalıştım. Sonunda, bir öğrencime verdiğim yüksek lisans tezi ile, aynı köyde yaşayan kişilerin genetik açıdan birbirine ciddi biçimde benzediğini gösterdik. Hummel’in örnekleminin ülkemizi yansıtmayacağını ileri sürdük. Sonuçları, Avrupa’da düzenlenen uluslararası bir adli bilimler kongresinde sunduk. O tarihte Adli Tıp Kurumu’nda çalışan ve kongre kitapçığındaki yayınlanan özetimizi okuyan biri, çalışmanın amacının ayırımcılık olduğunu iddia edince, hakkımızda disiplin soruşturması açıldı, savcılıkta ifade verdik. Aklanmakla kalmayıp, çalışmalara devam etmek açısından yüreklendirildik.
İzleyen yıllarda kan grupları, enzimler, proteinler bir yana bırakıldı. Gerek babalık tayinlerinde, gerekse olay yerinde bulunan biyolojik delillerin kime ait olduğunun belirlenmesinde, DNA’nın üzerindeki belirli bazı bölgeler çalışılır oldu. Ülkemizin üniversitelerinde, jandarma, polis ve Adli Tıp Kurumu laboratuvarlarında çalışan onlarca araştırıcı, yıllar önce ayırımcılıkla suçlandığımız bir alanda bilim ürettiler, Türkiye’nin dört bir yanında genetik işaretlerin rastlanma sıklığını incelediler, yerli yabancı bir çok kongrede sundular, dergilerde yayınladılar. Artık bütün dünya, işin içinde Türkiye’de doğmuş biri varsa, bizlerin saptadığı katsayıları kullanıyor. Çok sıkıldım, yakınlarımı çok üzdüm, ama bu alanda korkmadan çalışmayı sürdürdüğüm için kendimle gurur duyuyorum. (Babalık davalarına %99.73 doğruluk alt sınırını getiren Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 8.3.1995 tarihli kararı da, bu çalışmalarımın bir ürünüdür).
İNSANLAR KUŞA BENZEMEZ; BAYKUŞ, BÜLBÜL GİBİ AYRILMAZ
Genetik işaretlerin rastlanma sıklığı, sadece ceza ve hukuk davalarında kullanılmaz, popülasyon genetiği adlı olağanüstü cazip başka bir alanın da konusunu oluşturur. Onlar, bu bilgilerden yararlanarak insanlığın on binlerce yıl önceki geçmişine doğru yolculuk eder, topluluklar arasındaki akrabalıkları, nereden nereye göç ettiklerini genetiğin ışığıyla aydınlatmaya çalışırlar.
Genetik işaretleri araştıran biri olarak, yolumun 20. yüzyılın en ünlü popülasyon genetikçisi Luigi Luca Cavalli-Sforza ile kesişmesi doğaldı. Onunla ilk kez, Stanford Üniversitesi’nde karşılaşmış ve birlikte çalışmaya karar vermiştik. İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nden öğrencilerim, laboratuvarında çalışma fırsatı buldular, başka araştırıcıların defalarca atıfta bulunduğu ortak yayınlara imza attık.
Profesör Cavalli-Sforza’nın çalışmaları devrim niteliğinde. Milliyetçi ve ırkçı ideologların kendi amaçları doğrultusunda yorumladığı, dil ve kültür birliği gibi kavramlar, onun 60’larda başlayan 30 yıllık emeğini bir araya getirdiği, “Diller, Kültürler ve Genler” adlı kitabıyla sarsılmıştır. Dünyanın dört bir yanındaki on binlerce insanın kan grubunun, protein ve enzim farklılıklarının; paylaşılan dil, kültür ve arkeolojik bulgulara dayalı verilere paralel olarak değerlendirdiği bu dev yapıtın vardığı sonuç tektir: İnsanlar, kuşlar gibi ırklara ayrılamaz.
Cavalli-Sforza, o günkü koşullarda elde bulunan bilgilerden yola çıkarak, topluluklar arası genetik uzaklığı hesaplayan ve buna dayanarak göç haritaları çizen ilk araştırıcılardan biridir. 90’larda bu haritalar, DNA molekülündeki işaretlerin rastlanma sıklığı ile çizilmeye başlandı ve geçmişe yolculukta, anneden çocuğa değişmeden aktarılan mitokondriyal DNA (mtDNA) ile babadan oğula değişmeden aktarılan Y-kromozom DNA’sı incelenir oldu. Ve ben kendimi, 1995 sonbaharında, mtDNA’nın babası Emory Üniversitesi’nden profesör Douglas C. Wallace’ın yanında buldum.
DNA duvarına çarpan ırkçılar
2007 yılında Nobel ödülü alan DNA’nın babası James Watson, herkesin tüylerini ürperten bir konuşmasında, Afrikalıların genetik açıdan diğer ırklardan daha aşağı olduğunu söylemiş, birkaç hafta sonra kendi DNA’sının, Avrupalı ortalamasının 16 katı “Afrikalı geni” taşıdığı ortaya çıkınca ne diyeceğini şaşırmıştı. Benzeri bir hayal kırıklığını Avustralya’nın One Nation (Tek Millet) partisinin, göçmen aleyhtarı söylemleri ile ünlü eski başkanı Pauline Hanson da yaşamış, The Sunday Mail gazetesinin ricasını kırmayarak yanağının içine sürttüğü pamuklu çubuğu Amerika’daki bir şirkete gönderdiğinde, genlerinde % 9 oranında “Ortadoğu” işaretleri taşıdığını öğrenerek pek hayret etmişti. İngiliz Channel 4 televizyon kanalındaki 100% English (Yüzde Yüz İngiliz) programına katılan ve kuşaklar boyu damarlarında sadece İngiliz kanı aktığını iddia eden birçok ünlü, az ya da çok, “Güney Asya” ya da “Afrika” işaretleri taşıdıklarını öğrendiklerinde ne yapacaklarını şaşırmışlardı.
Günümüzde pek çok kişi, tıpkı yukarıda verdiğim örneklerde olduğu gibi, yanağının içerisine pamuk sürterek aldığı birkaç doku hücresini zarfa koyuyor ve sayıları bir elin beş parmağını geçmeyen, genealoji laboratuvarlarından birine gönderiyor. Kimi zaman gelen sonuçları, kendi gibi incelenmiş onbinlerce kişinin bilgisinin yer aldığı veri tabanına yüklüyor, böylelikle dünyanın bir başka yerinde, kendi özelliklerini taşıyan bir akrabasını bulmaya çalışıyor.
HEPİMİZ 140 BİN YIL ÖNCE YAŞAMIŞ BİR KADININ TORUNLARIYIZ
Genetik araştırmalar, bundan yaklaşık 140 bin yıl önce Afrika’da yaşamış bir kadının mitokondriyal DNA’sının özelliklerini hálá taşıdığımızı gösteriyor. Erkeklerin Y-kromozom DNA’sı da, bundan 60 bin yıl kadar önce yine Afrika’da yaşamış bir erkeğin özelliklerini koruyor. (Evcil kediler de, 70-100 bin yıl önce Ortadoğu’da yaşamış bir kedinin mtDNA özelliklerini koruyor). Buradan yola çıkarak, o dönemlerde sadece bir kadının, bir erkeğin (ve bir kedinin) yaşadığı sanılmasın. Diğer çağdaşlarının ve ondan öncekilerinin soyu bir yerlerde kesintiye uğradığından, genetik özellikleri günümüze kadar ulaşmadı. Afrika’dan yola çıkan insanlar, önce Güney Asya’ya doğru, ardından Çin ve Java adasına göç ettiler ve çok sonra Avrupa’ya geçtiler (Bu yolculukta kediler de onlara eşlik etti).
Gerek mtDNA, gerekse Y-Kromozom DNA’sı, değişikliğe uğramadan bir kuşaktan diğerine aktarılsa da, belirli zaman aralıklarında nokta halinde farklılaşmalar (mutasyon) gözlenir. Birer “kalıtımsal işaret”e dönüşen bu değişikliklere, kuşaklar sonra o bölgede yaşayan herkeste rastlanmaya başlar. Bölge terkedildiğinde, işaret de birlikte götürülür. Değişik yerli toplulukları incelenmiş, çok sayıda kalıtımsal işaretin, nerede ve ne zaman oluştuğu saptanmıştır. Bu sayede, herhangi bir kişinin taşıdığı işaretlerden yola çıkarak, atalarının yaklaşık ne zaman, nerelerden geçtiği izlenebilir. Bembeyaz tenli James Watson’da “Afrika”, sarı saçlı Avustralyalı ırkçı siyasetçi Pauline Hanson’da “Ortadoğu” işaretinin bulunması bu yüzden.
İnsanlar arasında cilt rengi, göz rengi gibi fiziksel özellikleri kodlayan genlerde farklılıklar olmasına karşın, bir ırkı diğerinden ayırmaya yarayacak gen bölgeleri bulunmuyor. Bu da, DNA düzeyinde, insanların sınıflanabilir alttürlere ayrılamayacağını gösteriyor. Kuşaklar boyu aynı coğrafyada yaşamış olanlarda bazı işaretlere daha sık rastlanmakla birlikte, sadece bir toplulukta gözlenen ve diğerlerinde hiç rastlanmayan bir genetik özellik de bulunmuyor. Dolayısıyla, DNA analizleriyle etnik grupları -hele aynı coğrafi bölgede yüzyıllarca yaşamış olanları- birbirinden ayırmayı unutun.
Prof. Dr. Sevil ATASOY