Prof. Dr. Sevil ATASOY
Biyoterör komplo teorisi degil gerçegin ta kendisidir
Insan, hayvan ve bitkilere, biyolojik silahlarla yapilan saldirilar henüz zamaninda fark edilemiyor, fark edilse bile failin kim oldugunu bulmaya yönelik olay yeri incelemesinin nasil yapilacagi, delillerinin nasil toplanip, nasil analizlenecegi tam bilinemiyor.
01 Eylül 2012, Cumartesi
Ulusal güvenlik açısından açık ve yakın bir tehlike olarak kabul edilmesi gereken biyoterörle mücadele, salgınlardaki hastalık etkeninin teşhisi dışında, bu etkenin biyolojik bir silah olabileceğini varsayarak, hastalığın görüldüğü mihrakların her birini, adli anlamda birer “olay yeri” olarak kabul edip, “delil teslim zincirine” uygun biçimde delil toplamak ve etkenin DNA profilini elde etmekle mümkündür. Ülkemizde de süratle, Milli Güvenlik Kurulu’nca belirlenen biyolojik terörle mücadeleye yönelik ulusal stratejiler doğrultusunda bir biyogüvenlik merkezinin ve buna bağlı bir “biyo-forensik” laboratuvarının kurulması şarttır.
OLAY 1
Sarin gazından önce 15 kez denedi ama kimseyi öldüremedi
Binlerce müridi arasında astrofizik ve genetik mühendislerinin de bulunduğu, Aum Shinrikyo Tarikatı, Tokyo Narita Uluslararası Havaalanı, Yokosuka Deniz Üssü ve İmparatorluk Sarayı da dahil olmak üzere, Japonya’nın değişik yerlerine, 8 kez “Bacillus anthracis”, 7 kez “Clostridium botulinum” püskürttü. Ne şarbona bağlı yüksek ateş ve ölüm görüldü, ne de botulizme bağlı felç ve ölüme rastlandı. Bu nedenle, biyoterör saldırıları fark edilmedi. Tarikatın görüşü Shoko Asahara, 15 kez deneyip, kimseyi öldüremediğine çok sinirlendi ve Mart 1995’te Tokyo metrosuna, bir kimyasal silah olan sarin gazı (Halepçe katliamında 5 bin kişinin ölümüne neden olan gaz) ile saldırı emri verdi. 12 kişi öldü, 5 binden fazla kişi yaralandı. Halbuki, Tokyo polisi bu olaydan 2 yıl önce, tarikatın biyolojik silah ürettiğini kanıtlayacak delili toplamıştı. Ancak onun delil olduğunun farkında değildi.
Pis kokan ne anlayamadılar
Havanın hafif yağmurlu, gökyüzünün bulutlu, rüzgarın saniyede 4 metre estiği, sıcaklığın 17 derece olduğu 1 Temmuz 1993 sabahı, Tokyo’nun doğusundaki Kameido Koto-ward Mahallesi’nde oturan 118 kişi, tarikatın merkezi olan 8 katlı binanın tepesinden çıkan dumandan ve çevreye yayılan pis kokudan şikayetçi oldular. Savcılık, arama izni vermedi. Polis binaya giremedi, sadece çevresini incelemekle yetinmek zorunda kaldı. Mahalleli, binanın cephesinde jelatin benzeri, yağlı, gri-siyah sıvıyı fark etti. Polis, sıvıdan yarım çay bardağı kadar toplayıp, gitti. Kriminal laboratuvar ne olduğunu saptayamadı. “İleriki bir tarihte yeniden incelenebilir” düşüncesiyle, buzdolabına koydu. Halbuki sıvı, tarikatın kimyacı ve mikrobiyologları tarafından bodrum katında kazanlarda hazırlanmış, çatı katına pompalanmış, oradan da 24 saat boyunca çevreye püskürtülmüştü ve “Bacillus anthracis” içeriyordu. Amaç, şarbon hastalığı yaymaktı. 7 bin kişinin oturduğu bölgede hiç kimse bu hastalıktan ölmedi. Pis koku da, unutulup gitti.
Buzdolabında 7 yıl duran delil
Sarin saldırısını engelleyebilecek en önemli delil, buzdolabındaki yağlı sıvı, ele geçtikten ancak 7 yıl sonra, Kuzey Arizona Üniversitesi’nden biyokimya profesörü Dr. Paul Keim’ın laboratuvarına gönderilerek, inceletildi. “Bacillus anthracis” içerdiği kanıtlandı. Mahallelinin neden ölmediği de aydınlandı. Püskürtme iyi yapılmamıştı, hava koşulları uygun değildi, sıvı yeterli sayıda basil içermiyordu. Ama başarısızlığın temel nedeni, DNA analizi ile anlaşıldı. Tarikatın mikrobiyologları, hayvanları şarbondan koruyan “Sterne” tipi aşıyı çoğaltmışlardı. Bu tip, insanları hasta etmez. Aum Shinrikyo mikrobiyologları bunu bilmeyecek kadar cahil miydiler, yoksa bu, imalat koşullarını, sıvının bodrumdan çatıya çıkartılmasını ve havaya püskürtme tekniğini sınadıkları bir ön çalışma mıydı? Bu soruların cevabı bilinmiyor. Masum insanları neden öldürmek istedikleri de, anlaşılamadı. Kimse ölmemiş olsa da, şarbon hastalığı yaymak üzere planlanmış ilk biyoterör olayı, budur.
1995’te, Aum Shinrikyo tarikatı üyeleri, Tokyo metrosu eylemini gerçekleştirmekten yargı önüne çıktılar. Shoko Asahara, 27 Şubat 2004’te ölüm cezasına çarptırıldı. Avukatı, akıl hastası olduğunda ısrar etti. Üst mahkeme, 20 Ağustos 2005’te psikiyatrik açıdan yeniden muayenesine karar verdi. 12 Ocak 2006’da Tokyo polisi, Shoko Asahara’nın eylemleri nasıl planladığını, tarikat üyelerini nasıl eğittiğini gösterir yüzlerce video kaseti nihayet ele geçirdiğini ve ay sonu görülecek celsede, Asahara’nın aleyhine yeni deliller olarak mahkemeye sunacağını bildirdi. Tarikat “Alef” adıyla, başka bir liderle ve 2 bini aşmayan müridiyle faaliyetlerini sürdürüyor.
OLAY 2
Şarbon olduğunu bir kişi dışında kimse tahmin edemedi
Dr. Paul Keim, Japon polisinin kendisine gönderdiği buzdolabındaki yağlı sıvı ile ilgili bulgularını yayınlandıktan 1 yıl sonra, 2 Ekim 2001’de, Maureen Stevens, 63 yaşındaki, fotoğraf editörü kocası Robert Stevens’i, ateş, bulantı ve şuur kaybı nedeniyle acil servise götürdü. Menenjit tedavisine başlandı. Beyin-omurilik sıvısı ile hazırlanan preparatta gördüklerine pek anlam veremeyen laborant, mikrobiyoloji ve bulaşıcı hastalıklar uzmanı Dr. Larry Bush’un incelemesini istedi. Komplo teorileriyle tanınan, “Başkan Kennedy öyle değil, böyle öldürüldü” diye fikirler yürüten, “Nal seslerini duyunca at değil, zebra geldiğini düşünür” diye dalga geçilen, son zamanlarda aklını biyolojik silahlara takmış Dr. Bush, mikroskoba gözünü dayadı ve yüzyıl boyunca sadece 18 kişide görüldüğünden, kolay kolay akla gelmeyecek bir hastalıktan şüphelendi. Gördükleri, şarbon basili olabilirdi.
Şarbon tanısı değişik laboratuvarlarda teyit edildi. Dr. Larry Bush, hastayı kurtaramadı, ama “Bacillus anthracis”in, mektup içinde geldiğini ve açıldığında solunum yoluyla vücuda girdiğini, hatta ölenin evindeki bilgisayar klavyesine bile bulaştığını saptadı. Alınabilen önlemler sayesinde, şarbonlu biyoterör, Amerika’da sadece 5 kişiyi öldürebildi.
Mektupları kim ya da kimler gönderdi
Şarbonlu mektupların medya ileri gelenleri ve çalışanlarına, ayrıca iki senatöre, 11 Eylül 2001 saldırılarından sadece birkaç hafta sonra gönderilmesi, içlerindeki notlarda, “Amerika’ya ölüm, İsrail’e ölüm, Allah büyüktür” gibi cümlelerin yer alması nedeniyle, El Kaide bağlantılı olduğu sanıldı. Ancak kanıtlanamadı.
FBI, bilgi verecek olana 2.5 milyon dolar ödül vereceğini ilan etti. Amerikan Mikrobiyoloji Derneği’nin 40 bin üyesine “Aranızdan bir veya birkaçı mektupları göndereni tanıyor, yardım edin” diye e-posta gönderdi. Şarbonlu mektup korkusu bütün dünyayı, bu arada ülkemizi de sardı. Bir süre, göndericisini tanımadığımız her mektup ve paketi, eldiven ve maskeyle açtık. Bütün önlemlerde olduğu gibi, panik geçince, eldiveni de maskeyi de, bir kenara attık.
Şarbonlu mektupları da Arizona Üniversitesi’nden Dr. Paul Keim inceledi. Bu kez, Japonya’daki, hastalık oluşturmayan “Sterne” tipinden farklı olarak, ölümcül “Ames” tipini buldu. FBI ve CIA, dünyanın dört bir yanında “Ames” tipini elinde bulunduran mikrobiyoloji laboratuvarlarını ve buralarda son 20 yıldır çalışanları soruşturuyor. Ancak henüz kesin bir sonuca varamadılar. Çünkü “Ames” demek, failin kan grubunun A Rh pozitif olduğunu bilmeye benziyor. Halbuki aynı kan grubundan çok sayıda insan var. “Fail bu insan” diyebilmek, sadece DNA profili (parmak izi) ile mümkün.
Mikrobun parmak izi aranıyor
2004 sonlarına doğru Arizonalı araştırıcılar, “insanları öldüren, bu laboratuvardaki Ames” diyebilmenin tek yolu olan, “Bacillus anthracis”in DNA profilini elde etmeyi başardılar. Henüz, mektuplardaki ve şarbondan ölenlerin vücudundaki “Bacillus anthracis”in DNA profili ile, dünyanın değişik yerlerinden gönderilen “Ames” lerin hiçbirinin profili tutmadı. Katil “Ames”, kimbilir kimin buzdolabında?
Biyoterör yöntemleri
Hastalık yapıcı bakteri, virüs, mantar ve parazitler, ayrıca canlı organizmalar tarafından sentezlenen zehir etkili toksinler; insan, hayvan ve bitkileri yok etmek üzere biyolojik silah olarak kullanılıyor. 1900-1990 arasındaki 90 yıl içerisinde, polis kayıtlarına geçen ve faili bulunan, biyolojik nitelikte bir silahla işlenmiş suç sayısı 30’dan az iken, 1990’dan sonra bu sayı altıya katlanarak, 200’e yaklaştı. Görünürdeki bu ciddi artışın temel nedeni, geçen yüzyılda salmonella, difteri, kolera, tifüs gibi hastalıklardan ölenlerin, cinayete kurban gittiğinin akla gelmemesi ve soruşturmaların bu yönde yürütülmemiş olmasıdır.
Önümüzdeki 20 yıl içerisinde, bunun çok üzerinde bir artış bekleniyor. Özellikle biyoteknoloji ve nanoteknolojideki ilerlemelerle, geleceğin açık-kapalı birçok savaşında genomik araştırmalara dayalı yeni kuşak biyolojik silahlar kullanılacağını (belki de artık kullanılmakta olduğunu) öngörmek, kesinlikle “komplo teorisi” olarak değerlendirilmemeli.
Nasıl mı?
“Aptamer” adı verilen, kısa nükleik asit zincirleri kullanılarak, nefes almamız ya da hareket etmemiz için yaşamsal önemi olan, bazı hücre reseptörleri etkisiz hale getirilebilir.
Hücrelerin belirli işlevlerini etkileyecek, DNA’yı değiştirip, parçalayacak, hastalıklara karşı direnci ortadan kaldıracak nano partikül boyutlarında “moleküler zehirler” kullanılabilir.
Hastalık yapıcı etkenler, daha ölümcül, daha bulaşıcı ve bilinen tedavilere dirençli hale getirilebilir.
Belirli genetik özellikleri taşıyan kişilere karşı “genetik silahlar” üretilebilir. Böylece milyonlarca kişi arasında sadece bu özellikleri taşıyanları tanınabilir ve sadece onlara zarar verilebilir. Ülkemizi ziyaret eden kimi önemli kişilerin, idrar ve dışkılarının dahi paketlenerek götürülmesinin nedenini, şimdi daha iyi anladığınızdan hiç kuşkum yok.
Ofis bakterileri neden inceleniyor
Hürriyet Pazar’da, “Çalışma çevreniz ve masanız ne kadar temiz?” başlıklı yazıda, Arizona Üniversitesi’nden Dr. Charles Gerba’nın hijyen amacıyla ofis masalarındaki bakterileri incelediği belirtiliyordu. Halbuki bu tip çalışmaların arkasında, çok daha farklı bir neden var.
Gerba ile aynı üniversitede çalışan, Dr. Paul Keim ve onlarca araştırıcı, Amerika’nın dört bir yanından toplanan bakteri ve virüsleri, DNA parmak izlerini incelemek üzere depoluyor. İlk hedef, biyoterörizme karşı ulusal bir “DNA bankası” oluşturmak. Bankayı, insanlarla ilgili adli amaçlı DNA bankasının “fikir babası” FBI’dan Bruce Budowle kuruyor. (90’lardan beri tanıdığım Bruce, 2003’te Türkiye’ye gelerek bir biyoterör konferansı vermişti.) İkinci hedef, bu bankayı uluslararası hale getirmek. Biyolojik silah listelerinde yer alan bakteri ve virüslerin parmak izlerini içerecek bu banka, ordunun Maryland’deki Fort Detrick tesislerinde kurulan “biyo-forensik” laboratuvarlarında tutulacak ve bir salgınla karşılaşıldığında, hastalığın dünyanın hangi noktasından kaynaklandığı bulunabilecek. Tıpkı cinayette kullanılan silahın üzerindeki parmak izlerinin ya da DNA profillerinin, veritabanlarında aranarak, failin bulunması gibi.
Tabii bu çalışmalar sadece biyoterörle mücadeleye yaramıyor. 26 Ocak 2006’da, Pittsburgh Üniversitesi’nden biyokimya profesörü Dr. Andrea Gambotto, kuş gribinin ölümcül H5N1 virüsünün DNA profiline dayanarak elde ettiği aşının, fare ve tavukları koruduğunu ve çok yakında insanlarda deneyeceğini duyurdu.
Prof. Dr. Sevil ATASOY