Uzm. Yelda ZENCİR
Geçmiş Zaman olur ki !
02 Aralık 2015, Çarşamba
Her ne kadar havalar mevsime göre biraz soğuk gitse de, çimenler yeşerip bir de üstüne kuş sesleri duyulur olunca tabiat ister istemez ‘yaz geldi modu’na sokuveriyor insanı... Bu nedenle benim de bilimsel değil filmsel bir şeyler yazmak istedi canım... Bir önceki yazımda teknolojinin hayatımızın orta yerine girmesiyle göz önünde kalmadığı için unutulan şeyleri kaleme almıştım. Bu yazımda da benzer bir şey yapacağım; ancak bu kez gözden kaçırdıklarımızı kendi hayatlarımızda arayacağım...
Genel kanının aksine ben ‘yaş otuz beş yolun yarısı’nı (ve iyice ilerleyen yıllardan sonra belki daha da fazlasını) kat etmiş olanları şanslı kuşak olarak görürüm hep. Gerçi bu bardağın neresine baktığınıza da bağlı ama ben neresinden bakarsam bakayım sonuç hiç değişmiyor!
Kendi kuşağımın çok “özgür” bir çocukluk yaşadığına inanırım hep. Okula gitmek için sokağa çıktığımızda, adım başı bir kişi katılırdı aramıza. Aynı şekilde eve dönüşümüzde adım başı birini bırakarak gelirdik eve. Bazen saçma sapan şeylere saatlerce gülerek; bazen de yüreğimizi acıtan şeyleri paylaşırdık arkadaşlarımızla. Oysa günümüzde çocuklara okul yolunda ya bir servis şoförü ya da ebeveynleri eşlik ediyor. Kabul, servisle okula gidenler için de “Bir minibüs dolusu arkadaş” şansı var gibi görünüyor. Yine de sıkış tepiş minibüslerde trafik çilesi çekerek okula gitmenin ne demek olduğunu anlamak için tek bir kere binmek yeter o servise! Ya da annenin elinden sıkı sıkı tutmaya mecbur bir biçimde eve dönmek, “okul yolu” kavramı ile hiç tanışamamak... Bu basit mukayese bile “İyi ki bu yaştayım” dememe yetiyor.
Örnekler arttırılabilir, mesela bizim kuşaktan kaç kişi okul çıkışında “şekerci amcanın” alet çantasından kapıp getirdiği “tornavidaya” (evet tornavidaya) doladığı şekerden yememiştir? Hangimiz leblebi tozunu ağzımıza attıktan sonra, dudaklarımızı büze büze ıslık çalmaya çalışmamıştır? Bu örneği şu soruyu sormak için verdim aslında: Açıkta satılan bu yiyecekleri yiyip de hastalanan arkadaşınız olduğunu hatırlıyor musunuz? Ben çocukken kırılan kafamı diktirmek ya da “kontrolsüz” yediğim ‘Amasya Elması’nın neden olduğu karın ağrısını dindirmek haricinde hastaneye gittiğimi hatırlamıyorum. Doğru, günümüzde gıda maddelerinin çoğu ‘el değmeden’ hazırlanıp paketleniyor ama bilmem farkında mısınız; çocuklarınıza da ayda en az bir kere ‘doktor eli’ değiyor.
Peki ya işin “kültür” boyutu. Çocukluğumda içinde büyüdüğüm kültür ortamını renklendiren en büyük unsur çizgi filmlerdi. O yaşlarda izleyip hayran olduğum (ve itiraf etmek gerekirse bu yaşta da karşılaşsam hipnotize olmuş gibi seyrettiğim) çizgi filmleri bir düşünüyorum da... Heidi, Jetgiller, Ayı Yogi, Şeker Kız Candy.... Bu çizgi filmlerin ortak yönü huzur dolu olmaları ve izleyenlere de sükuneti aşılamalarıydı. Zaten görüntüden anlaşılırdı bu naif havaları: Ne kadar yumuşak çizgilere sahipti karakterleri, bir hatırlayın. Oysa günümüzde yayınlanan çizgi filmlerdeki karakterlerin sadece yüz hatları bile çok sert çizgilere sahip, kaşlar çatık ve herkes biribirine durmaksızın bağırıyor. Hele konunun sadece şiddet üzerinden işlenebiliyor olduğuna, içinde şiddet unsuru bulunmayan çizgi filmleri hiçbir çocuğun izlemek istemediğine de dikkat çekmek gerek.
Tamam, şimdiki çocuklar dört yaşında bilgisayara hakim, teknolojinin bütün nimetleri ellerinin altında. Oysa ben sokaklarda çelik çomak oynadım, çamurdan kap kacak yaptım. Salın bakalım şimdiki çocukları sokağa. Sudan çıkmış balık gibi, yoldan geçen otomobilleri seyretmekten başka bir şey yapamazlar.
Bizim kişiliklerimizin gelişmesine katkı sağlayan en büyük unsurun bizi takip eden (ve ne hikmetse hiç hedefi şaşırmayan) “terlikler” olduğunu düşünürüm. Sahicilikten uzak bir “pedagoji” teorisinin peşini takılan ebeveynlerinin hatası yüzünden, sözde kişilikleri gelişsin diye “hayır” kelimesiyle tanışmadan büyüyen, hiç bir müdahale ile karşılaşmayan nesil, şu anda üniversite kampüslerindeki medikolarında, arkadaşları üniversite şenliklerinde eğlenirken psikologlarla tanışmış durumda! Çocuk psikologlarının ajandaları ağzına kadar dolu, randevu alacak saat yok. Kimsenin zoruna gitmesin ama bu örneklerle karşılaştığımda, şimdiki gençlere göre “Allah’a emanet” yetişen bir nesle ait olmaktan mutluluk duydum.
Sevgiyle...