Haberler
Tarihteki Ölümcül Deneyler
İnsanlar tarafından üretilip kontrolden çıkan biyolojik silahlar, tek bir ırkı yok etmeye programlanmış virüsler, insanlığı kırıp geçiren salgınlar ve hayatta kalabilmiş olanların insan soyunu kurtarma mücadeleleri... Filmlerde görmeye alıştığımız bu sahneler biyolojik silahlar konusunda oldukça geniş bir hayal gücümüz olduğunu gösteriyor. Peki, bu sahnelerin ne kadarı gerçekleşti, yaşanan biyolojik savaşlar nasıl sonuçlar doğurdu? Bunları merak ettik ve biyolojik savaşların tarihinde bir gezintiye çıktık.
02 Aralık 2015, Çarşamba
Şefika Nur AYAR
Her ne kadar bize biyolojik silahlar teknolojiyle birlikte gelişmiş gibi gelse de, canlıların silah olarak kullanılması o kadar yeni bir fikir değil. Milattan önce bile Persler, Asurlular ve Atinalılar düşmanlarını sularına hayvan leşleri atarak zehirlemişler. Bazı kaynaklarda, 11-12. yüzyıllarda Haçlı ordularına büyük zayiat verdiren veba salgınlarına Müslümanlar tarafından bulaştırılan mikropların neden olduğu yazıyor. 13.yüzyılda ise Amerika’ya gelen İspanyollar, yerlilere çiçek hastalığına yakalanıp ölmüş insanların kıyafetlerini vermişler ve birçok yerlinin ölümüne sebep olmuşlar. 14.yüzyılda Kırım’daki Kefe şehrini kuşatan Tatarlar, vebadan ölmüş insanların cesetlerini surların içine mancınıklarla atmışlar ki bu olay o yüzyılda Avrupa’da 25 milyon insanın ölümüne sebep olan veba salgınlarının sebepleri arasında gösterilmekte. 18.yüzyılda ise Amerika yerlileri arasında bu kez İngilizlerin getirdiği, suçiçeği virüsü taşıyan battaniyeler sebebiyle salgın çıkmış, yüz binlerce Kızılderili bu sebeple hayatını kaybetmiş.
Peki, asıl merak ettiğimiz laboratuvar üretimi biyolojik silahlar nasıl ortaya çıktı? Mikroskobun kullanılması ve mikropların bilim dünyasında tanınması 17.yüzyılda olsa da mikropların hastalık yaptığı ancak 19.yüzyılda ortaya koyulabilmiştir. Bu keşiflerden sonra mikroorganizmaların nasıl hastalık yaptığını çözmek ve tedaviler geliştirmek amacıyla yapılan birçok yararlı araştırma yanında, maalesef bu küçük canlıların biyolojik silah olma potansiyelleri de fark edilmiştir. Artık bazı bilimsel araştırmalar insan sağlığına ciddi zararlar verebilecek mikropları bulmaya ve üretmeye odaklanmıştır. Bu çalışmaların sonuçlarını 1. Dünya Savaşı’nda görüyoruz. Savaş sırasında İtalya’daki kolera, St. Petersburg’daki veba salgını, Almanya’nın biyolojik savaş hamleleri olarak görülmektedir. En azından Almanların, Amerika’nın müttefiklerine göndereceği çiftlik hayvanları ve atların arasında ruam hastalığını (nedeni Burgholderia Mallei adlı bir bakteridir) yaydıkları biliniyor.
Artık biyolojik silahlar uluslararası alanda gündeme gelmiş ve olası tehlikeler fark edilmiştir. 1925 yılında 40 ülke Cenevre Protokolünü imzalayarak kimyasal ve biyolojik silahların kullanımını yasaklamışlardır. İlgi çekici olan bu silahların kullanımının yasaklanması; fakat araştırılması, geliştirilmesi ve depolanmasının serbest bırakılmış olmasıdır.
Haliyle bu konudaki çalışmalar devam etmiştir. 1. Dünya Savaşı’ndan 2. Dünya Savaşı sonuna kadar olan sürede özellikle Japonya’nın biyolojik silah deneyimi çok ilgi çekicidir: Japonya’nın biyolojik silah üretmek için Mançurya yerleşim bölgesinde kurdukları tesis 150 bina, 5 uydu kent ve 3000 bilim adamı ve teknisyenden oluşuyordu. Şarbon, veba, kolera, menenjit, dizanteri ve brucella üzerinde çalışmışlar, yaptıkları çalışmaları bölge hapishanesindeki mahkûmlar üzerinde denemişlerdir. Bu deneyler üç yılda on bin mahkûmun ölümüyle sonuçlanmıştır. Daha sonra sahada deneme yapma amacıyla Çin’deki 11 şehirde içme suyu kaynaklarına salmonella ve vibrio bulaştırmışlar, uçaklarla yersinia pestis mikrobu yaymışlar ve evlere spreylerle şarbon püskürtmüşlerdir. Fakat bütün bu çalışmalar sonucunda, ancak küçük çaplı bir veba salgını çıkarmayı başarabilmişlerdir.
Burada bir parantez açıp Japonların neden başarısız olduklarına bakalım. Öncelikle bu araştırmaları yapmak iyi bir teknolojik alt yapı ve mali destek gerektiren bir iştir. Çünkü bir biyolojik silah ürettikten sonra bunu yeterince çoğaltıp depolayacak ve yayacak imkânlara sahip olmak gerekir. Biyolojik silahın üretilmesi ise tecrübe gerektirir. Zira her mikroorganizma biyolojik silaha dönüştürülememektedir. Tahmin edebileceğiniz gibi kullanılacak ajanın öldürücülüğünün yanında bulaşıcılığının da yüksek olması gerekir. Bulaşıcı olması için de havada damlacıklar içinde uzun süre asılı kalabilecek kadar küçük olmalı ve insandan insana kolay geçebilmelidir. Oluşan hastalığın tedavisinin kolay olmaması ve hedef toplumun bu mikroba bağışık olmaması da aranan özellikler arasında. Japon araştırmacılar yeterli teknolojik ve ekonomik desteğe sahip olsalar da bu özelliklere sahip biyolojik ajanları üretecek tecrübeyi kolayca kazanamamışlardır. Hatta Çin’de çıkan salgından daha büyüğü biyolojik silahlardan nasıl korunacaklarını bilmeyen Japon askerleri arasında çıkmış, 1941’de yaptıkları tek bir saldırıda yüz bin Japon askerine kolera bakterisi bulaşmış, bunlardan 1700’ü hayatını kaybetmiştir.
Parantezi burada kapatıp Japon araştırmacıların macerasına devam ediyoruz. Savaş sonunda bu bilim adamları Sovyetler Birliği tarafından esir alınmışlar ve yargılandıkları savaş suçları mahkemesinde büyük çaplı 12 deney yürüttüklerini kabul etmişlerdir. Daha sonra ABD, deneylerle ilgili bilgilerin bilim adamlarının kendilerinde saklı kalması şartını kabul ederek onları himayesine ve ülkesine almıştır. Atom bombasının atılmasından ve Rusya’nın işgalinden sonra da Japonya tüm biyolojik silah tesislerini imha etmiş, sonraki yıllarda da bu çalışmaların olağanüstü savaş zamanına denk geldiğini ve insanlık açısından üzgün olduklarını ifade ederek özür dilemiştir.
İngilizlerin biyolojik silah çalışmaları ise şarbon üzerine yoğunlaşmıştır ve deneme yaptıkları Greenon adaları 36 yıl boyunca şarbon sporlarıyla kirli kalmıştır. Daha sonra adanın temizlenmesi 6 yıl sürmüş ve bunun için 280 ton formaldehit kullanılmıştır. ABD de biyolojik bir silahı taklit ederek tatbikat yapmak ve hava koşullarının biyolojik silahları nasıl etkilediğini görmek amacıyla aslında patojen olmayan serratia marcescens adlı bir bakteriyi San Francisco’da yaymıştır.
Görüldüğü gibi 1925 yılında imzalanan Cenevre protokolü hiçbir işe yaramamıştır. Yıl 1960-70’lere geldiğinde ABD biyolojik silahların kullanımını tek yönlü yasaklamış, araştırılmasını sınırlandırmış ve bir süre sonra da biyolojik savaş maddelerini yok ettiğini açıklamıştır. 1975 yılında tam 151 ülke bir araya gelerek, biyolojik ve toksik savaş maddelerinin araştırılmasını, depolanmasını ve kullanılmasını yasaklayan biyolojik silahlar anlaşmasını imzalamışlardır. Peki, bu anlaşma araştırmaların önüne geçebilmiş midir? Maalesef cevap hayır. Mesela anlaşmayı imzalayan devletlerden biri olan Rusya’ da, bu anlaşmadan birkaç yıl sonra, birçok kişinin akciğer ödeminden ölmesine sebep olan şarbon basilleri biyolojik silah üreten bir merkezden yayılmıştır. Dolayısıyla gizli de olsa hâli hazırda birçok ülkenin biyolojik silah deneyleri yürüttüğünü tahmin etmek zor değildir.
Son zamanlarda ise biyolojik silahlar başka bir şekilde gündeme gelmiştir: Biyoterör. Başka yerlerde de biyolojik silahlarla yapılan saldırılar olsa da bunların en meşhuru ABD’de 2001 yılındaki saldırıdan sonra bazı kurumlara zarflar içinde gönderilen şarbon sporlarıdır. Yedisi akciğer geri kalanı deri şarbonu olmak üzere bu saldırılar toplamda sadece 15 kişiyi etkilemiş olmasına rağmen toplumda meydana getirdiği korku ve panik ilgi çekici bir gerçeği ortaya koymaktadır: Biyolojik silahın öldürücülüğü ve bulaştırıcılığından ziyade, meydana getirdiği psikolojik ve ekonomik zararlar daha önem kazanmaya başlamıştır. Biyolojik silahın bırakın kendisini, söylentisi bile toplumda ciddi paniğe yol açabilir, hastaneleri ve tüm sağlık sistemini kilitleyebilir, insanlar salgından uzak durmak amacıyla okul ve işyerlerine gitmekten çekinirler, dahası bölgenin turizminden ithalat ve ihracatına kadar ekonomik kaynakları zarar görebilir. Tüm bu etkiler biyolojik silahları olduğundan daha güçlü kılmaktadır.
Bu kadar tarihi bilgiyi okuduktan sonra gelelim almamız gereken derslere: İlk olarak hiçbir anlaşma ve yasağın biyolojik silah üretimi ve kullanımının önüne geçemediğini görüyoruz. İkinci olarak biyolojik silah olarak sadece belirli özelliklere sahip mikroorganizmaların kullanılabildiğini ve çalışmaların da hep bunların üzerinde yoğunlaştığını görüyoruz. Son olarak da biyolojik silahın oluşturacağı hastalık ve ölümlerin yanında neden olacağı psikolojik ve ekonomik hasarın da oldukça önemli olduğunu anlıyoruz. Bu durumda devletler, biyolojik bir saldırıya karşı uyanık olmak, en azından kullanılma ihtimali en çok olan ajanlara ve oluşabilecek krize karşı stratejiler geliştirmek durumundalar. Böyle bir felaketin hiçbir zaman yaşanmamasını diliyoruz.
Kaynaklar
Serdar Özkaya, Biyolojik Silahlar ve Savaşlarda Kullanımı,2010
Mark G. Kortepeter and Gerald V. Parker, Potential Biological Weapons Threats, 1999