Haberler
Tarihin en iyi laboratuvar icatları
Bilim bize çok heyecan verici icatlar getirdi. Genellikle deneyleri gerçekleştirmek için kullanılan laboratuvarlar, icat yapmak için harika yerlerdir. Bazen, laboratuvarda şansın da yardımıyla, beklenmeyen icatlar da yapılmıştır. Fakat ne olursa olsun laboratuvar bulgularının sonucunda çok şey kazandık. Tarihe yön veren bazı buluşlar hakkında kısa haber derledik. İşte tarihin en iyi laboratuvar icatlarından bazıları:
02 Aralık 2015, Çarşamba
Aspirin
Aspirin, ilk kez 1899 yılı Mayıs ayında, Almanya’nın Leverkusen kentinde, Bayer AG firması tarafından toz halinde piyasaya sürüldü. Aspirinin kimyasal adı olan “asetilsalisilik asit”, ilk kez 1853 yılında Alsaslı kimyacı Karl Gerhard tarafından sentetik olarak elde edilmişti. 1897 yılında ise Bayer firmasından Dr.Felix Hoffman, bu maddeyi tedavi amacıyla ağızdan alınabilecek kadar katışıksız bir biçimde üretmeyi başardı.
Pil
Günümüzden yaklaşık 2.000 yıl önce, eski Yunan bilgini Thales, bir kumaş parçasını fosil ağaç reçinesinden oluşmuş sarı bir kayaç türü olan kehribara sürterek, küçük elektrik kıvılcımları elde etmişti. Ama insanların bu gücü denetim altına alarak, düzenli bir elektrik akımı sağlayan pili üretmeyi başarmaları için aradan çok uzun bir zaman geçmesi gerekliydi.1800’de Alessandro Volta (1745-1827), yaptığı ilk pile ilişkin ayrıntıları yayınladı. Volta pili belirli çözeltiler ile metalelektrotlar arasındaki kimyasal tepkimeden yararlanma yoluyla elektrik üretiyordu. John Frederick Daniell (1790-1845) gibi başka bilim adamları, elektrot yapımında farklı gereçler kullanarak Volta’nın tasarımını geliştirdiler. Günümüzün pilleri de aynı temel tasarıma dayanmakta, ama yapımlarında modern gereçler kullanılmaktadır.
Kamera
Film icadından bile önce el ile bir tambur üzerine çizilen resimleri belli bir hızla döndürerek kısa zamanlarda görüntüleri hareketlendirme olayı biliniyordu. Başka bir yöntem ise kartonların üzerine çizilen resimleri aynı düzlem üzerinde ve belli bir hızda arka arkaya çevirerek elde edilen hareketli makinelerdi. Bu yöntem günümüzde halen karton film çizen grafikerler tarafından kullanılmaktadır.
Film icat edilip, bir anlık görüntü film düzlemine kaydedilerek elde edilen fotoğraf görüntüsünden sonra bilim adamları hareketli konuların görüntülerini kaydetmek üzere yarıştılar. Yapılması gereken en önemli hazırlık filmlerin yaprak halinde değil, bir rulo halinde ve metrelerce uzunlukta imal edilmesiydi. Uzun film imalatı yapıldıktan sonra bu filmlere görüntü kaydedecek bir mekanizmanın icat edilmesi gerekiyordu. Fotoğraf makinesi üreticileri bu konuya çok yatırım yaptılar ve sonunda modern film kameralarının ataları ortaya çıktı. Film bir objektifin önünden el ile sarılarak geçiriliyordu. Kameraman senkron tutturabilmek için içinden şarkı söylemek zorunda kalırdı. Tabii ki senkron tutmuyordu. Daha sonra zemberekli makineler icat edildi. Bu kameralarda kameraman önce sanki saat kurar gibi bir yayı kuruyordu, bu yay boşalırken dişliler yardımıyla filmi hareket ettiriyordu. Kameraman yayı devamlı kurmak zorunda kalıyordu. Fakat bu sistem de senkronu sağlayamıyordu.
Bu arada yapılan çalışmalarda arka arkaya hareket eden film karelerinde saniyede geçen kare sayısı 25 adet olduğunda insan gözü yanılarak hareketi devamlı gibi algıladığı hesaplandı. Bu teorinin film kameralarına uygulanması uzun sürmedi ve saniyede 25 kare fotoğraf pozlayacak şekilde kamera mekanizmaları üretildi. Bu kameralar aynı zamanda günümüzde kullanılan modern kameraların teorisini de oluşturdu.
DNA
1867’de keşfinden beri DNA’nın her canlının her hücre çekirdeğindeki uzun aşırı ince iplikler şeklinde bulunduğu görülmüştü. DNA’nın vücudumuzun her hücre merkezinde 2 metre sarılmış uzunlukta bulunması şaşırtıcı. DNA altı “yapı taşı’’ndan ibarettir. Fosfor, oksijen ve fosforlu bir madde (Fosfat); adli bir tür şeker, ve nükleik asit bezleri olarak tanınan 4 azot bileşiği Watson ve Crick bu yapıtaşlarının görünüşte kendi çoğaltma yeteneği olan bir maddenin temel parçaları olduğunu biliyorlardı.
DNA’nın kendini çoğaltma yeteneği olayları bölünme ve korunması seklindeki hayati olayları kontrol eder. Hücrenin çoğalma ve bölünme özelliği canlı yaratıkları cansız maddeden ayıran temel etkenlerden biridir. Ve bu nedenle DNA yaşamın temeli sayılmaktadır. Watson ve Cirick’e göre DNA’nın çalışma prensibi bu bileşiğin yapısı yoluyla en iyi biçimde anlaşılabilecekti. Yıllarca süren ümitsiz çabalardan sonra iki arkadaş 1953 ilkbaharında her biri faklı biçimdeki 6 temel DNA yapıtaşından birini gösteren el büyüklüğünde saç parçaları kestiler. Daha sonra kimyasal bağların yerine geçen hareketli ek yerleri kullanmak suretiyle parçalar çeşitli şekillerde yapıştırıldı. Aylarca süren çalışmalar sonuç vermeyince iki arkadaş vazgeçmeye karar verdiler.
Bir gece yarısı Watson helisel bir merdiven rüyası gördü. Ertesi sabah Crick’e rüyasını anlattı. 3 gün süren çalışmadan sonra iki bilim adamı 1920’lerde sanat dünyasını altüst eden kübist heykellerden birine benzeyen tuhaf bir model yaptılar bu günümüzdeki çift helisin ilk modeliydi. Yapılan buluşun devrim niteliğindeki sonuçları iki bilim adamını 1962’de Nobel ödülünü kazandırdığında DNA’nın 3 harfi dünyanın tanınmış kısaltmalarından biri olmak üzereydi...
X IŞINLARI
1895’ te Wilhelm Röntgen, X ışınlarının varlığını saptadı. Röntgen birgün, anot ve katot üzerinde çalışmalar yaptığı sırada iki farklı yüklü ucun arasında bir etkileşim olduğunu fark eder. Böylece X ışınları bulunur. Bugün X ışınları başta tıp ve başka pek çok alanda insanlığın hizmetinde kullanılmaktadır.