Osman Eren
SUÇLU KİM? KARBOHİDRATLAR MI, YAĞLAR MI?
Günümüzün en yaygın problemlerinden biri hepimizin bildiği obezite. Problem deniliyor; çünkü hastalık olup olmadığı konusunda uzmanlar bile hemfikir değil. Obezite; cerrahisi, ilaçları, tedavi süreçleri ile devasa bir “sektör” haline gelmiş durumda. Şüphesiz ki sağlıksız (fast food) beslenme ve hareketsiz yaşam, bu durumun oluşumundaki en önemli etkenlerinden. Obezite; diyabetten kalp-damar hastalıklarına, depresyondan kansere kadar çok farklı hastalıkların tetikleyicisi olabiliyor. Bu problemin faktörlerinden biri olarak gösterilen “Sağlıksız beslenme” kelimelerinden kasıt tam olarak nedir sizce?
Aslında bu konuda da bir fikir birliği olduğunu belirtmek zor. Kimi uzmanlar basit karbohidratları (şeker) baş sorumlu olarak görürken, kimi uzmanlar da yağları suçluyor.
1980’den 2000 yılına kadar ABD’de obezite oranında %100’lük bir artış meydana gelmiştir. Son 40 yıldır yağ yönünden düşük seviyeli bir beslenme tavsiye edilse de obezite oranlarında herhangi azalma meydana gelmediği görülüyor. Bilakis artışın meydana gelmesi şüphelerin yağ dışında farklı bir etken üzerine yoğunlaşmanın gerekliliğini ortaya koyuyor.
Halk arasında “Mutluluk hormonu” olarak da bilinen “Seratonin”nin salgılanması; gıda alınımı ile kontrol ediliyor. Bilimsel araştırmalara göre, karbohidrat alımı bu hormonun salgılanmasını tetikliyor. Bir diğer değişle karbohidratlar, beynin ödül mekanizmasında rol alıyor. Bunu doğrulayacak bir şekilde, bazı insanların karbohidrat almanın kendilerini mutlu ettiklerini ifade etmeleri teori ile pratiği uyumlu hale getiriyor. “Mutlu” olan beyin daha çok mutluluk istiyor ki bunun sonucu da daha fazla şeker tüketme isteği ile neticeleniyor.
1971-2000 yılları arasında günlük diyette karbohidratlardan alınan enerji yüzdesinde ve miktarında bir artış görülürken yağlardan alınan kalori yüzdesinin, günlük alınan toplam kaloriye oranla azalması söz konusudur; fakat alınan toplam yağ miktarında herhangi önemli bir değişiklik olmamıştır. Şeker alınımındaki artış özellikle alkolsüz içeceklerde bulunan “Sakkaroz” ve “Yüksek Fruktozlu Mısır Şurubu” tarafından temsil ediliyor. 1970’lerden bu yana şekerli içeceklerin boyutlarının ve tüketiminin artması, basit karbohidrat tüketiminin artmış olduğu anlamını da doğal olarak taşıyor.
Basit karbohidratlar (şeker) dışında kompleks karbohidratların tüketiminde ne kadar artış olduğu ise tam olarak belli değil. Sadece Türkiye için konuşursak; ekmeklik buğdayların rüşeym (embriyo-öz) ve kepek kısmının alınıp, ekmek hamurunun nişasta olan buğdayın orta kısmından yapılması neticesinde kompleks karbohidrat tüketiminin azaldığı sonucunu da çıkarabiliriz.
Burada kepek ve rüşeyme değinecek olursak, bu iki öğe çok önemli besin maddeleri barındırıyor. Rüşeym, buğdayın embriyosudur yani bir nevi buğdayın yaşam kaynağı. 1 ton buğdaydan ancak 1 kilo elde edilebilir ve içerisinde yüksek oranda E vitamini, doymamış yağlar, diyet lifi, bitki sterolleri ve protein gibi besin maddeleri ihtiva eder. Kepekte ise yüksek oranda lif ve B grubu vitaminler bulunuyor. Özellikle bağırsak sağlığı için bu bileşenlerin vücuda alınması çok önemli. Ancak fazla oranda alınan kepeğin bağırsaklarda mayalanıp mide de ekşime yaptığı ve çeşitli rahatsızlıklara neden olduğunu öne süren görüşler de mevcut.
Günümüzde sadece obez olarak tanımlanan kişi sayısında değil, normal kilolara sahip insanlarda bile günlük alınan ortalama kalori değerinde artışlar meydana geliyor. Karbohidrat yönünden zayıf beslenmenin kilo kaybı sağladığı belirlendi evet; ancak aynı derecede düşük yağlı beslenmenin de kilo kaybına neden olduğu gözlemlendi. Özetle hem şeker hem yağın azaltılması kilo kaybı sağlıyor; fakat karbohidrat tüketiminin azaltılması sonucu meydana gelen kilo kaybının daha fazla olduğu bunun gibi çeşitli araştırmalar ile ortaya konuluyor.
1990’lı yıllarda vücutta birikmiş yağların, aşırı yağ tüketimi ile ilgili olduğuna dair çeşitli çalışmalar yapıldı ve bunun için bazı hipotezler öne sürüldü. Hayvan deneylerinde yağ tüketiminin obeziteye neden olduğu gözlemlenirken; insan klinik çalışmalarında ise düşük yağlı gıdaların kilo vermeyi sağladığına dair çalışmalar yayınlandı.
Şu durumda yağları veya karbohidratları hayatımızdan çıkarmalı mıyız? Elbette bunun cevabı, menfi olacaktır. Beslenme de temel kavram denge olmalı. Bilim insanları; tam tahıllı karbohidratların yani lifli gıdaları tüketmenin insülin direncinde kontrol sağladığı için önemli olduğunu rapor ediyor. Obezitede ki temel kavramın da insülin direnci olduğunu söyleyen araştırmacılar; yıllardır direnç mekanizmasını çözmenin ve bunu yenmenin yolarını arıyor.
Tip 2 diyabetli 10 hasta üzerinde yapılan düşük karbohidrat diyetli bir çalışmada; 2 hafta sonunda hastalarda yaklaşık olarak 1,5 kilo verdiği gözlemlendi. Aynı zamanda plazma trigliserid ve kolesterol seviyelerinde de bir azalma olduğu belirlenirken, lifli gıdaların sadece insülin direnci için değil aynı zamanda sindirim sistemi için de çok önemli fonksiyonlara sahip olduğu tanısı ortaya kondu.
Sonuç olarak; stresli yaşam koşulları, çevresel sorunlar, şehir hayatının getirdiği problemler nedeniyle günümüzde hastalıkların profilleri mecburen değişti. Dün çok nadir olarak görülen bazı sorunlar, bugün çok yaygın hale gelmeye başladı. Obeziteyi tek bir faktöre indirgemek elbette mümkün değil; fakat bu sorununun önlenemez bir durum olmadığı artık kesinleşiyor. Dengeli beslenme ve hareketli yaşam çoğu hastalıkta olduğu gibi obezitede de çok önemli engelleyici bir rol oynuyor. Sağlıklı kişinin yaşam biçimi; lifli gıdalar, yeterince protein, yağ, vitamin ve minerallerden oluşan yani içerik yönünden zengin bir beslenme olması gerektiği savı daha da güç kazanıyor.
Kaynaklar
NCBİ / memorial / sciencedirect / nutricionhospitalaria
Yüksek Gıda Mühendisi Osman EREN