Osman Eren
BESLENME NEDEN GELENEK ÜZERİNE KURULMALIDIR?
1985 yılında her 2500 çocuktan birine konan otizm tanısı; 2001 yılında 250, 2013 yılında ise 88 çocuğa konarken günümüzde her 68 çocuktan biri otizmli olarak dünyaya geliyor.(1)
Son 30 yılda dünyada 1,4 milyar kişi aşırı kilolu, 500 milyon kişi de obez olarak değerlendirilmiş. Üstelik bu rakam 2030’da dünyada nüfusun yüzde 50-60’ına kadar çıkabilir.(2)
Tablolar korkunç! Nereye doğru gidiyoruz bilmiyorum ama bu şekilde devam etmemiz halinde uçurumun kenarına doğru gittiğimizi görmek için müneccim olmaya gerek yok. Obezite’nin beslenme ile ilgisi açık; fakat otizm hastalarında da sindirim (dolayısıyla beslenme) problemlerinin olduğu ve bunların değiştirilmesi ile otistik davranışlarda değişim olduğu ile ilgili çalışmalar son yıllarda bir hayli artmış durumda. Gıda/Beslenme otizmde bir sebep mi, sonuç mu belirsiz; ama işin içinde olduğu kesin.(3,4)
Öncelikle geçmiş zamanda bu tür hastalıkların çok nadir görüldüğünü düşündüğümüzde, çözüm için değişen şartlara odaklanmamız gerekir. Çünkü geçmişte görülmeyen hastalıkların günümüzde artış sebeplerinin “genetik yatkınlık” olarak açıklanması, bilimsel bir açıklama sayılmayabilir. “Cevabını bilmiyoruz; ama şimdilik bununla idare edin” demenin başka bir versiyonudur.(5) Sorun değişen çevresel şartlardır ve gıda/beslenme de bu çevresel etkenlerden biri hatta en önemlisidir.
Farklı toplumlara baktığımızda hepsinin beslenme düzenlerinin farklı olduğunu görürüz, binlerce yıldan beri yeryüzündeyiz ve metabolizmamız bu çevresel şartları tölere edebilecek şekilde uyum sağlamıştır. Batı toplumlarında, bağırsakta bulunması ishale yol açan bir bakterinin farklı toplumlarda sağlıklı insanların bağırsaklarında bulunduğu ve her hangi bir ishale yol açmadığı belirlenmiştir.(6)
Laktoz intöleransını konuyla ilgilenen çoğu kişi bilir. Süt tüketimi sonunda çeşitli rahatsızlıklar görülür. Bu problemin görülme oranları toplumdan topluma değişir: Avrupa’da sağmal büyükbaş ırkların evcilleştirildiği merkezlerden uzaklaştıkça laktoz intöleransının görülme sıklığı artar. Kuzey Avrupa’dan Fransa ve İspanya gittikçe daha da artan laktoz intöleransı; Çin’e gelindiğinde ise çok daha yaygın hale gelir. Hatta toplumun büyük kısmında laktoz intöleransı görülür.
Belirttiğimiz gibi her gıda toplumlarda farklı etkiler gösterir. Örneğin süt; Bali’de müshil olarak kullanılır. Size çok enteresan bir örnek daha vermek istiyorum: Guam adasında 1940’lardan itibaren parkinsonik bir demans hastalığına bağlı olarak beyin ve omurilikte bir bozulma başlıca ölüm sebebi haline geliyor. İlk kâşif ve sömürgeciler, adanın halkının gayet sağlıklı olduğunu belirten bol miktarda belge bırakmışlardır. Ne oldu da eskiden görülmeyen bir hastalık 20.yy’ın ortalarına doğru başlıca ölüm sebeplerinden biri haline geldi? Cevap aslında çok enteresan: Ateşli silahların icadına bağlı olarak öldürülme oranı artan bir yarasa türünün tüketilmesi. Nörotoksik bir zehir olan cycasine yerel bir meyvede bulunur. Meyvenin mutfak aşaması, bu zehri inaktif hale getirirken yarasaların bu meyveyi tüketmesi sonucu zehir, olduğu gibi yarasa üzerinde kalıyor.
Ateşli silahların icadıyla bu bitkiyi yiyen yarasa türlerinin yakalanması kolaylaşınca (Bu türe ait yarasa sayısı yarım yüzyılda 50 binden 50’lili sayılara düşmüştür) nöronal bir dejenerasyona sebep olabilecek düzeyde tüketimi artıyor ve bunun sonucunda bu zehir başlıca ölüm sebeplerinden biri haline geliyor. İşte gıdanın değişimi tahmin etmediğiniz sonuçlara kapı açabilir.
Şekere dönelim: Şeker, Batı’da nispeten yeni bir olgudur. Ortadoğu’dan giden şeker, başlangıçta pahalı bir ilaç daha sonra lüks bir baharat olarak tüketilmiştir. 19.yüzyılda şeker pancarının ekiminin artmasıyla 1920’lerde 20 kilo olan yıllık kişi başı şeker tüketimi bugün (40 kiloya) dayanmıştır. Yüksek düzeyde şeker alımı kanda ani bir glikoz yüksekliğine neden olur, bu miktarın düşmesi için insülin hormonu devreye girer. Glikozun düzenli şekilde artışları devam ederse insülinin salgılanması da artacaktır. Zamanla metabolizma insüline duyarsız hale gelecektir. Daha sonra nur topu gibi Tip 2 diyabet ve obeziteyi kucağınızda bulabilirsiniz.
Duydunuz mu bilmiyorum; ama duymamış olma ihtimaliniz yüksek: Sakkaroz Duyarlılığı. (Sakkaroz ya da diğer adıyla sükroz, şeker pancarı veya şeker kamışı gibi bitkilerden elde edilen şeker türüdür. Sofrada kullandığımız beyaz şeker sakkaroz şekeridir) Bu hastalığa sahip bireylerde sakkaroz yeterince sindirilemez. Batı toplumlarında çok nadir görülen (Kuzey Amerika’da %0,2) bu hastalık Kuzey kutbu gibi taze meyvenin belki de hiç yetişmediği bölgelerde çok daha yaygındır. Örneğin: Grönland İnuitleri’nde (Eskimo Halkı) bu seviye %10,5’lara ulaşabiliyor ki 50 kat daha fazla hastalık olasılığından bahsediyoruz.
Şeker sadece obezite ve Tip 2 diyabete mi yol açar?
Cilt ve bazı göz hastalıkları için de olağan şüphelilerden biri olduğunu belirtmek isterim. Daha bitmedi; bazı uzmanlara göre hiperinsülinemi, yani insülinin aşırı salgılanması hormonal döngülere etki eder. Sonuç olarak epitel hücre kanserleri (göğüs, prostat, kolon), polikistik over sendromu, yüksek tansiyon gibi rahatsızlıklarında olağan şüphelisi olarak ilan edilmiş durumda. Bunların hepsinin tek suçlusu şeker midir? Muhtemelen tek faktöre indirgemek mantıklı değil ama sanıklardan biri olduğu çok aşikâr. Yani gelenekten gelmeyen bir yiyeceğin tüketilmesi tahmin edilemeyecek sonuçlara kapı açabilir. (7)
Vitaminler ve yağlar geleneksel beslenme düzenine göre meyve ve kuruyemişlerden alınır. Yine geleneksel olarak sadece zeytinyağı ve tereyağı (bazen de kuyruk yağı; ama çok az) doğrudan yağ olarak kullanılırdı. Günümüzde ayçiçek, mısır vb. yağları yoğun tüketiyoruz; her ne kadar bunların “sağlıklı” olduklarına dair “bilimsel deliller var” denilse de “sağlıklı olmadıklarına dair de” bilimsel çalışmalar mevcut. (7,8) Vitamin ve antioksidanları aldık, paketledik, sattık. Sonuç: Hiçbir şey… Saf halde elde edilen vitamin ve antioksidanların tüketiminin vücuda herhangi bir yarar sağlamadığını açığa çıkaran çalışmalar mevcut, tabii meyve veya kuruyemiş içerisinde muazzam faydaları vardır; ama hap olarak bir işe yaradıklarını pek söyleyemeyiz. Hatta çok daha zararlı olabilirler. (9)
Journal Obesity Reviews’te 3 Aralık 2018 tarihli bir makalede geleneksel beslenme düzenini koruyan toplumlarda “modern çağ hastalıklarının” çok nadir görüldüğü belirtilmiştir.(10) Geleneği koruduğunuz sürece ekmek yemenizde de sakınca yoktur. Sorun olan rafine undur. Çünkü eski tip değirmenlerde buğdayın özü de denilen rüşeymin (ki çok değerli bir yapıdır. Buğdayın en iç kısmında bulunur. 1 ton buğdaydan 1 kilo kadar elde edilir) yapısındaki kısa zincirli yağ asitleri sıcaklıkla bozulmaz, diyet lifi alınmazdı. Modern değirmenlerde, rüşeym alınıp kozmetik sanayisine satılıyor. Çünkü ısı ile çabuk bozulduğundan unun raf ömrünü azaltıyor.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün, beslenmenin değişmesi tahmin bile edemeyeceğiniz problemlere yol açabilir.İşte bu sebeple beslenmenin standardize edilmesi felakettir. Herkesin tek tip beslenmesi doğru ve bilimsel değildir. Standardize edilmiş hazır gıdalar bizi hastalıklar çağına götürecektir.
Son olarak şunu da belirtelim ki “Evde yapılan her gıda daima iyidir, işlenen her gıda daima kötüdür” gibi bir şey asla söylemiyoruz. Sizi kısa sürede öldürebilecek ev konservelerindeki botulizmden tutunda genellikle kuruyemişlerde oluşan ve karaciğer kanserine neden olabilen toksinlere kadar çok tehlikeli durumlar oluşabilir. Gıdanın işlenmesi ve muhafazası doğru metotlarla yapılmalı. Fakat bu konu, bu yazıya sığmayacak kadar uzun…
Sağlıklı günler dilerim.
Kaynaklar:
1. Bilimgenc.tubitak.gov.tr
2. Pusulahaber.com.tr
3. Sciencedirect.com
4. Microbiomejournal.biomedcentral.com
5. Beslenme Yalanları ve Gerçek Bilim (Tim Spector, The Kitap Yayınevi)
6. Mikrobiyota (Ed Yong)
7. Günlük Hayatın Bilimsel Şifreleri (Micheal Raymond, Grifin Kitap)
8. Karger.com
9. Stm.sciencemag.org
10. Dietary diversity among hunter-gatherers is so vast that dietary universals are few.