Bilim
Bebekler laboratuvarlarda yetişecek
Yapay döllenme son 40 yılda hızlı bir gelişme dönemine girdi. Üzerinden 40 yıla yakın zaman geçmesine rağmen tüp bebek uygulaması bugün hala bazı etik tartışmaların ana maddesi olmaya devam ediyor. Bu tartışmalar sürerken bilim insanları kök hücreden sperm elde etmeyi de başardı.
Tüp bebek tedavisi çocuk sahibi olmak isteyen birçok insana umut olmasının yanında doğal döllenmeye göre sağlıklı bir bebeğin gelişmesine de daha fazla olanak tanıyor. Doğal yollarla anne rahminde yetişen en sağlıklı embriyonun bile %30 oranında, doğum anomalisine neden olacak genetik değişikliğe sahip olma riski var. Bu tarz embriyolar yapay döllenme sonrası, anne rahmine yerleştirilmeden önce tespit edilebiliyor.
Embriyoların genetik bozukluklarının tespit edilmesi bizi nereye götürür?
Uma Thurman, Jude Law ve Ethan Hawk’ın başrollerini paylaştığı GATTACA filmi bu konuda bize karamsar bir öngörü sunabilir. Filmin geçtiği gelecekte genetik mühendisliği sayesinde doğum öncesi insanların toplumsal sınıfı belirlenebiliyor. Fakat Vincent (Ethan Hawke) bu teknolojinin yaygınlaşmasından önce doğduğu için astronot olma hayalini gerçekleştirme yolunda sürekli genetik ayrımcılığa (günümüzde buna ırkçılık diyoruz) maruz kalıyor ve ötekileştiriliyor.
Günümüzde, genetik anomalileri ve kalıtımsal hastalıkları engelleyecek tedavilerin üzerinde çalışıldığını biliyoruz... acaba daha da ötesi mümkün mü?
Daha tanıdık ve karamsar bir kurgusal örnek daha var: Kripton
Kal-El’in, yani Superman’ın gezegeninden bahsediyoruz. Man of Steel’i izleyenler hatırlar. Superman’ın gezegeni Kripton’da uzun yıllar -zaman verilmese de en az yüzlerce yıl olduğunu tahmin ediyoruz- doğal döllenmeyle bir çocuk doğmuyordu. Bunca yıl önceden belirlenmiş amaçlar için genetiğiyle oynanmış kriptonlular laboratuvar tüplerinde yetişiyordu. Kal-El (Henry Cavill) kaderi önceden belirlenmemiş ilk kriptonluydu.
Aslında iki film de genetik mühendisliğinin -ipin ucu kaçarsa- ortaya çıkarabileceği olumsuzlukları gözlemlemek açısından harika fırsatlar sunuyor.
Kıyamet senaryolarının yanında...
Geçmişte yaşadığımız olumsuz deneyimlerden midir bilinmez, insanoğlu geleceği pek iyimser kurgulamıyor. Oysa genetik mühendisliğinin birçok potansiyel getirisi var. Down sendromu, kalıtımsal hastalıklar, genetik hastalıklar ve genetik deformasyondan dolayı meydana gelen düşük ve doğum anomalileri sıfıra yaklaşabilir. Bununla birlikte rahim dışı döllenme ve bebek gelişiminin sağlanması 40 yıl içinde mümkün olacak. Bu durum, bedeni bebek yapmaya en elverişli olduğu dönemde kendini anne olmaya hazır hissetmeyen kadınlar için müthiş bir fırsat. Hiçbir komplikasyon ve sorun olmadan bebeklerini dünyaya getirebilecekler. Yine önümüzdeki 40 yıl içinde doğacak çocukların genlerinde ileriye yönelik sağlık sorunları, gebelik öncesi çok daha rahat tespit edilebilecek.
Tüm bunlara rağmen içimizde bir karamsarlık var... Çok da haksız bir karamsarlık sayılmaz bu.
Öjenizm ve Naziler
Öjenizm (Eugenics) kavramını ilk ortaya atan kişinin Antik Yunan filozofu Eflatun (Platon) olduğu söylenir. Öjenizm kabaca devletin doğum kontrolü üzerinde bir denetim ve uygulama yetkisi olması anlamına geliyor. Modern anlamı ile ilk kez Sir Francis Galton tarafından kullanılıyor. Sağlıklı embriyolarla sağlıksız embriyoların ayrılarak insan ırkının ‘ıslah edilmesi’ fikri 20. yüzyılın başlarında hızla yayıldı.
Adolf Hitler’in Almanya’ya sığmayıp dünyanın en kanlı savaşlarından birini çıkarmasına ön ayak olan düşüncenin öjenizm olduğunu söylemek yetersiz kalsa da, önemli bir payı olduğunu inkar edemeyiz.
GATTACA’daki genetik ayrımcılığa da Man of Steel’deki teknokratik kast sistemine de insanlık pek yabancı değil. Ayrıca Türkiye’de kafatasçılık olarak bildiğimiz ve Nihal Atsız’ın takipçisi olduğu, yabancısı olmadığımız bir akım öjenizm.
Adaletsizlik, haksızlık, eşitsizlik
Genetik ve Toplum Merkezi, genetikleri değiştirilerek ‘daha sağlıklı’ insanlar üretilmesinin toplumsal adaletsizlik, ayrımcılık ve ahlaki çatışmaları beraberinde getireceğini yazıyor.
Sağlık ve ilaç endüstrisinin etik anlayışı günümüzde bile birçok eleştiri okunun hedefi. Genetik modifikasyonlarla insan üretilmesi, klonlama teknolojilerinin ve doğum öncesi modifikasyonların gelişmesi ileride dünyada sadece çok küçük bir kesimin, mesela ‘yüzde bir’in faydalanabileceği ayrı bir sağlık ve yaşam sigortası sistemi yaratmakta kullanılabilir mi? Bu fikir size bir yerden tanıdık geliyorsa The Island (Ada) filmini izlediniz ya da birileri size konusu anlattı.
Neler olacak şimdiden kestirmek... tabii ki mümkün değil.
J. B. S. Haldane’nin 1920’lerde yaptığı bir tahmine göre 2073’te doğumların %70’i yapay rahimler sayesinde gerçekleşecek. Günümüzdeki gelişmelere bakılacak olursa bu mümkün. Bununla birlikte eğer yakın gelecekte bir yapay rahim üretilebilirse bile sadece gebelik halinde risk altındaki kadınların bu uygulamadan faydalanması için sıkı denetim ve düzenlemeler gerekiyor.
Bugün sezaryenle doğumu gün geçtikçe daha çok kadın tercih ediyor. Bunun nedeni ise sezaryenin, Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın söylediği gibi ‘insanlık suçu’ olmasının tam aksi: “insan hayatına verilen önem.” Dünyada gerçekleştirilen birçok araştırma, sezaryenle doğumun hem anne hem de bebek için en güvenli doğum yöntemi olduğunu söylüyor. Türkiye ise sezaryenle doğum oranıyla OECD ülkeleri arasında başı çekiyor. Türkiye’de canlı doğumların neredeyse yarısı sezaryenle gerçekleşiyor.
Yine de sezaryene risksiz denilemez. Sezaryenin birden fazla gerçekleştirilmesi pek tavsiye edilmiyor. Plasentanın önceden gerçekleşen sezaryen yaralarına kendini daha sıkı bağlaması sonraki doğumlarda komplikasyonlar çıkarabiliyor.
2056’da genetik ve doğum ekseninde neler yaşanacak, gerçekten laboratuvarlarda tasarlanmış insanlar yetişecek mi, net bir şey söylemek mümkün değil. Ancak tarih bize alışkanlıklarımızın kısa sürede radikal biçimde değişebileceğini gösteriyor. Genetik alanındaki gelişmelerin bilimsel yönü olduğu kadar ahlaki yönü de birçok çatışmayı ve tartışmayı beraberinde getiriyor.
Kaynak: From frozen ovaries to lab-grown babies: the future of childbirth
Ali Halit Diker / Mynet Haber