Bilim
Tanınması güç cesetler
Adli tıp uzmanları ve emniyete ya da jandarmaya bağlı özel bir ekip, cesetlerin tanımlanması işini gerçekleştiriyor. Her açıdan zor bir görev. Çünkü, kurbanlardan geriye genellikle insanı hatırlatacak fazla bir şey kalmıyor. 19 Nisanda 2000 tarihinde Boeing 737 tipi uçağın Filipinler’deki dağlık bölgeye düşmesi sonucu 131 kişi yaşamını kaybetmişti.
8 Ocak akşamı Ankara’dan Diyarbakır’a giden Türk Hava Yolları’na ait RJ-100 tipi Konya uçağı, inişe geçtiği sırada yere çakıldı ve meydana gelen kaza sonucu paramparça oldu. Beş kişinin yaralı kurtulduğu olayda 75 kişi yaşamını yitirdi. Dicle Üniversitesi Spor Salonu’na konulan yolcu ve mürettebata ait 75 cesetten teşhis edilenlerin cenazeleri ailelerine teslim edildi.
Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısı kimlikleri saptanamayanlara DNA testi yapılacağını açıkladı...
Kazadan sonra bölgeye ulaşan itfaiye ve kurtarma ekipleri, yangını söndürüp hayatta kalanları hastanelere gönderdikten sonra dünyanın en zor işi başlamıştı: cesetlerin kimlik tespiti.
70’li yıllardan bu yana giderek büyüyen kitlesel turizm akımı ile birlikte, yaşanan kazalar da arttı ve kurbanların kimliklendirilmesi konusu daha önem kazandı. Çünkü, hızlı trenler ya da kapasitesi 650 kişiyi aşan dev airbuslar, her geçen gün daha çok insanı daha hızlı şekilde gideceği yere, ama ne yazık ki zaman zaman da ölüme götürebiliyor.
Genetik parmak izi
İster deri isterse saç kökü, kan ya da doku örneği olsun, insan vücudundaki bütün hücrelerin çekirdeklerinde değişmez bir parmak izi bulunuyor: “dezoksiribonükleik asit” (DNA). Bir DNA analizi için, ölen kişiye ait yapısı bozulmamış birkaç hücre yeterli. Kimliklendirmenin yapılabilmesi için, uzmanlar bu kişinin evinden, örneğin tarağında ya da tıraş makinesinde kalmış saç kökü veya dökülmüş deri parçaları temin ediyor, olmadığı takdirde yakınlarından örnekler alıyorlar. Ölen kişi ile alınan örnekler karşılaştırılıyor. Karakteristik özellikler açısından uyuşuyorlarsa kimliklendirme yapılmış oluyor. Cesede ait örnekler, bozulmaması için, genellikle özel kanıt torbaları ya da içinde özel sıvılar bulunan kavanozlarla laboratuvara gönderiliyor ve yine aynı hassaslıkta saklanıyor.
Böyle büyük facialar yaşandığında televizyonlara yansıyanlar, sadece itfaiye ve kurtarma ekiplerinin hummalı çalışmaları. Ama perde arkasında çok zor ve hassas işler yapılıyor. Emniyete ya da jandarmaya bağlı özel ekipler, perimetre adı verilen güvenlik şeridi ile olay yerini çevreleyerek kaza yerine giriş ve çıkışı kontrol altına alıyor. Olaydan sorumlu bölge savcısı, burada görevli birimler arasındaki koordinasyonu sağlıyor.
Konunun yabancısı olan insanlar bu kadar güvenlik tedbiri ve gizliliği çoğu zaman abartılı buluyor ve “Cesetlerin kimlik tespiti için bu kadar işleme ne gerek var?” diye düşünüyorlar. Görevliler olay yerini dış etkenlere kapatmakla, kazazedeler ve ailelerinin haklarını korumayı ve toplumun bu dehşet görüntüleriyle yüzleşmesini önlemeyi amaçlıyorlar. Diyarbakır’daki uçak kazasında, ölülerini teslim almak isteyen yüzlerce insan gelmişti olay yerine.
Türkiye’de böyle olaylarda birinci derece akrabalar görüntülerle yüzleşmek istemediği için, cesetleri genellikle ikinci derece akrabalar teşhis ediyor. Onlar da tanınması güç cesetler arasında, yanıltıcı olabilecek özellikleri temel alarak teşhis edebiliyorlar. Çünkü bilinçaltlarında, bir an önce bu olayı sonuçlandırmak, cenazeyi defnederek bu sıkıntılı durumdan kurtulmak düşüncesi onları rahatsız ediyor. Bu psikolojik kaçma eğilimi, insanların görevlilere baskı uygulamasına neden oluyor. Bu da, kanıtların uygun şekilde toplanması ve bilgilerin kaydedilmesini güçleştiriyor.
Avustralya Alpleri’nde meydana gelen korkunç Kaprun faciasında 155 kişi yaşamını yitirmişti. Salzburg’un güneybatısındaki Kitzsteinhorn Buzulu’na çıkan dağ metrosunda yangın çıkmış ve metrodaki çoğu genç ve çocuktan oluşan gruptan sadece sekiz kişi kurtulmuştu.
Bu kazada yaşamını kaybeden 17 yaşındaki Kathrin Specht’in annesi Inge Specht, Adli Tıp’a gitmesine izin verilseydi, “Kendi kızımı kendim teşhis etmek isterdim” diyor. Ama Avrupa’da uzmanlar buna sıcak bakmıyorlar. Bir adli tıp uzmanı olan Alman Bernd Rossbach, cesedin kimliğini teşhis edecek kişilerin, yaşadıkları duygusal yoğunluk nedeniyle, otomatik olarak hata yapmaya elverişli bir ruh yapısına sahip olduklarını; kendilerinin ise parmak izi, diş yapısı ve yara izi, dövme, ameliyat gibi değişmeyen kişisel özelliklerden yola çıkarak kimlik tespiti yaptıklarını belirtiyor.
Kimlik tespitinin bir an önce yapılmasını isteyenlerin bir de hukuki gerekçesi var. Kimliklendirilemeyen kaza kurbanları, inanılmaz bir şekilde, bu dünya ile öbür dünya arasında kalıyorlar: kimliklendirilinceye kadar “ölü” değil, “kayıp” kabul ediliyorlar. Kimlik tespiti, bazı hukuki işlemlerin başlatılabilmesi, bazılarının da kesintisiz sürdürülebilmesi için bir önkoşul.
Örneğin, kesin ve doğru son bilgilerin alınabilmesi, defin işleminin gerçekleştirilebilmesi, ayrıca ölen kişi ailenin bakımından sorumlu ise, gerekli maaşların bağlanabilmesi, sigortadan kaza ya da hayat sigortası tazminatının alınabilmesi ya da kişi adına kayıtlı hesapların yeniden nasıl düzenleyeceğinin belirlenmesi için, cesedin kimliklendirilmiş olması gerekiyor.
Bu açıdan bakıldığında ölüm bir facia olarak nitelendirilirse, başarıya ulaşmamış bir kimliklendirme işlemi de ikinci bir facia gibi tanımlanabilir. Çünkü, böyle olaylarda bir “kayıp”, “ölü” kabul edilinceye kadar, gerekli işlemlerin yapılması, kişinin ailesi ve hukuki bağı olan şirketler açısından rahatsızlık verecek şekilde uzun zaman alıyor. Uçak kazalarında bu süre yaklaşık üç ayı, gemi batması olayında altı ayı ve başka kazalarda bir yılı aşabiliyor.
Kaybolan kişinin herhangi bir olayla bağlantısı kurulamaz ise, on yılı bile bulabiliyor.
Peki, ölen kişinin kimliklendirilmesi neden bir uzman gerektirecek kadar zor? Uçaktaki yolcuların listesi yok mu? Dağ gibi yığılmış ceset parçalarından hangisinin kime ait olduğu nasıl bulunabilir? Birçok insan kim olduğunun tanınmasını sağlayacak bir kimlik ya da ehliyet taşımıyor mu?
Kimlik ya da ehliyet gibi belgeler sadece bir ipucu sayılıyor. Çünkü, kaza anında yaşanan karmaşada savrulup, bambaşka yerlere savrulabiliyor. Ayrıca, bu belgeler sahte de olabiliyor. 3 Haziran 1998 tarihinde Almanya’nın, Hannover kenti yakınlarındaki Eschede kasabasında meydana gelen hızlı tren kazasında olduğu gibi. Ayrıca uçaklardaki yolcu listelerini kanıt alırken de dikkatli olmak gerekiyor. Biletler çoğu kez başkalarının adına ayırtılmış olabiliyor. Bu nedenle tanınması imkânsız kurbanların kimliklendirilmesinde kuşkuya yer bırakmayacak bulguların temel alınması gerekiyor.
Almanya’da, büyük faciaların hemen ardından özel bir komisyon toplanıyor. Bu komisyon ceset ve ceset parçalarını toplayan bir grup, dağılmış eşyaları toplayan ikinci bir grup ve kazanın nedenini aydınlatabilecek kanıtları toplayan üçüncü bir gruptan oluşuyor. Bu gruplar içinde en ağır iş, ceset toplayanlara ait. Grubun çalışmasında zaman da önemli bir baskı unsuru.
Cesetlerin, iyice çürümeden tanımlanması gerekiyor. Ormanlık alanlarda, hayvanlar tarafından yenmemesi için uzun zaman ve zahmetli işlemler gerektiren ek güvenlik önlemleri alınıyor.
Kimlik belirleme işlemleri cesetlerin güvenliği sağlandıktan sonra başlıyor. Cesetler toplanarak, genellikle buz pateni ya da spor salonları gibi geniş yerlerde barındırılıyor. Ancak ortamın sıcaklığı önemli. Gerekirse, özel uygulamalar yardımıyla salonda sıcaklık düşürülüyor. Gelişmiş ülkelerde böyle olaylar için otopsi istasyonları kurulabiliyor. Ayrıca, soğutucu sistemi olan büyük tırlar da otopsi salonu olarak kullanılabiliyor.
Emniyete bağlı özel görevliler ve adli tıp uzmanları, uzun tahta masaların yanında duruyor ve vücut parçaları, kan ve parçalanmış giysilerin bulunduğu çarşafların üzerine eğiliyorlar. Önce cesetlerin fotoğrafları çekiliyor. Sonra cesetlerdeki giysilerin tamamı çıkarılıyor. Sıra, cesette değişime uğramayan işaret ya da özelliklerin incelenmesine geliyor. Bunun için cesetlerin yüzleri, akrabalarından elde edilen fotoğraflarla karşılaştırılıyor. Eller ve ayaklar iyi durumdaysa, parmak ve ayak izleri alınıyor.
Parmak izleri, kayıtlı bütün parmak izleriyle karşılaştırılıyor. Gerekirse uzmanlar, henüz kayıp kabul edilen kişinin banyosundan ayak izi örnekleri de alabiliyorlar. Dövmeler, yara izleri, piercing gibi dikkat çekici özellikler ve süs malzemeleri not alınıyor, tanımlanıyor, fotoğrafı çekiliyor, hatta gerekirse kesilip alınarak saklanıyor.
İnsan uzun süre önce ölmüş olsa bile, dişleri onun adına çok şey söyleyebiliyor. Kişinin cinsiyeti, yaşı hakkında bilgiler veriyor. Genç bir insanın dişleri daha az yıpranmış oluyor ve yaşlı bir insana göre sayısı daha fazla. Ayrıca, alışkanlıkları hakkında da ipucu veriyor: Sigara ya da çay, kahve içenlerin dişlerinde karakteristik bir sarılık bulunuyor. Pipo içenlerin kesici dişlerinde belirgin bir aşınma oluyor.
Eskiden, ön dişlerdeki değişikliklerden kişinin terzi ya da ayakkabıcı olduğu da teşhis edilebiliyormuş. Çünkü onlar ipliği ön dişlerinin arasına geçirerek kullanıyorlarmış.
Kimliklendirme uzmanları, dişlerde değişmeyen özellikleri tek tek not ettikten sonra, karşılaştırma yapmak için ölenlerin diş doktorlarından malzeme topluyorlar. Bunlar röntgen filmleri ya da kaplama, köprü, dolgu yaptırdığına dair bilgiler olabiliyor. Eğer bütün bilgiler cesettekilerle uyumluysa, kimlik saptanıyor. Bu da parmak izi kadar kesin bir bulgu niteliği taşıyor. Dolayısıyla diş kayıtları çok önemli. Ama ülkemizde, diş hekimliği alanında hastalarının kayıtları gerektiği kadar sağlıklı tutulmuyor.
Dişleri de zarar görmüş ağır yanıklı cesetlerde, bütün bu incelemeler mümkün olmayacağı için, ceset en yakın adli tıp birimine taşınıyor. Burada uzman doktorlar, cesedin gövde bölümünü “Y” şeklinde, yani göğüs üzerini “V”, karın bölgesini de “l” şeklinde keserek iç organlarını inceliyorlar. Prostat ya da yumurtalıklar, cesedin cinsiyetini belli ediyor. Örneğin kireçlenmiş damarlar, küçülmüş yumurtalıklar, kamburlaşmış omurga, cesedin yaşıyla ilgili bilgiler veriyor. Kemiklerin ya da omurgasının uzunluğundan yola çıkılarak boyu hesaplanabiliyor.
Araştırmalar kişilerin doktorundaki dosyası ile de desteklenebildiği takdirde, vücuttaki iyileşmiş yara izleri ve kemik kırıkları da destek bilgi sağlıyor. Vücut içindeki implantlar ya da cihazlar da, üzerlerindeki üretim seri numaraları sayesinde parmak izi kadar kesin bilgiler sunuyor. Kimliklendirme için bu yöntemlerden hiçbiri yeterli olmuyorsa, uzmanlar “genetik parmak izi”ne başvuruyorlar.
DNA incelemesi, en kesin yöntem. Ancak maddi açıdan, harcanan zaman ve enerji açısından en zor olanı. Üstelik, her zaman cesetler DNA örneklerinin alınması için uygun olmayabiliyor. DNA, ortamdaki sıcaklık, nem ve kimyasal maddelerin etkisiyle bozulmuş olabiliyor.
Kaynak: Focus