Uzman Eczacı Başak OLGUN
TOKSİNLER VE VÜCUTTAKİ YOLCULUKLARI
1930’da sentetik kimyasal maddelerin üretimi yılda “1 MİLYON TON” iken 1950’lerden itibaren sanayi tarafından atmosfere, toprağa ve sulara salınan kimyasal maddelerin “200 MİLYON TON” olduğu görülmüştür.
2004 yılında Amerika’da doğan 10 bebeğin, kordon kanları kimyasal maddeler açısından incelendiğinde toplam 287 farklı kimyasal (pestisit, kozmetikler, benzin atığı kimyasallar ve kaplama maddeleri) saptanmış ve bunların 180 tanesi kanserojen olarak tespit edilmiştir. 208 tanesinin hayvanlarda doğum defektleri veya anormal gelişime neden olduğu, 217 tanesinin nörotoksik olduğu görülmüştür.
Ayrıca kronik kaygı; enflamasyonu tetikleyerek ve HPA aksını bozarak günümüzdeki kronik hastalık yükünün temelini teşkil etmektedir. Son 50 yılda teknolojinin hayatımıza iyice girmesiyle kronik stres kaynaklarımız da oldukça çoğalmıştır ve bu uzun süreli streslerle başa çıkacak durumda genetiğimiz uyarlanmamıştır.
Toksinler kan-beyin bariyerini kolayca geçebildiği gibi çoğu plasentadan da kolayca geçmektedir. Hamilelik döneminde dışardan aldığımız her şeye daha dikkat etmeliyiz. Büyük şehirlerde solunumla bile aldığımız toksinleri düşünürsek beslenmemize, kullandığımız kişisel temizlik ürünlerine, kozmetiklere çok daha bilinçli yaklaşmamız ve içeriklerini inceleyerek kullanmamız gerekmektedir.
Dışardan vücudumuza aldığımız bütün toksinleri en aza indirgemek sanıyorum mantıklı olacaktır. Günümüzde hastalık yükünü oluşturan en önemli faktör; maruz kaldığımız endojen (vücut içinde üretilen) ve eksojen (vücuda dışardan aldığımız) toksinlerdir. Özel durumlarda (hastalık, hamilelik gibi) eksojen toksinlerden uzak kalmaya veya en aza indirmeye çalışmak gerekir.
Toksisitenin vücuttaki yolculuğunda karaciğer büyük rol oynar. Toksinler bir takım reaksiyonlardan geçerek vücuttan atılır veya vücutta birikir. Ayrıca toksin yükü ağır olan insanlarda, vücut bütün toksini atamadığından dolayı birikim oluşur. Toksinler genelde lipofilik yapıdadır. Membrandan çok rahat geçerler. Bir toksinin giriş iznine ihtiyacı yoktur ama metabolize olması ve atılması çok zordur. Hücre içine çok rahat girer ama DDT50, alüminyum 22-24 arası, kadminyum 52 yıl kalır.
Karaciğer; toksinleri Faz I, Faz II ve Faz III reaksiyonlarıyla vücutta dönüşümlere uğratır ve atar.
FAZ I reaksiyonlarının en önemli bileşeni Sitokrom P-450 enzim sistemidir. Bu sistem yaklaşık yüz elli enzimi içinde barındırır. Bu enzimler sayesinde karaciğerde biyotransformasyon işlemi Faz I de yapılır. Bu işlem sonrasında vücudun ihtiyacı olan bazı vitaminler, mineraller, aminoasitler de oluşur.
Toksinler ise hidroliz, oksidasyon veya redüksiyon reaksiyonlarıyla ya nötralize edilen birleşiklere dönüşürler ya da Faz II’ye gönderilirler. Yalnız Faz I’ in en önemli yan etkisi, toksinlerin çıkardığı serbest radikallerdir. Her toksine karşılık serbest radikaller oluşur.
Peki serbest radikaller artınca ne olur? Örneğin beyinde bu serbest radikalleri etkisiz hale getirecek olan antioksidan sistem zayıftır. Beyinde glukoz ve oksijen çalışır. Beyindeki ATP’nin devamı için mitokondrilerine zarar vermemeye çalışmak gerekir. Antioksidan sistemi güçlü tutmaya ihtiyacımız vardır. Serbest radikaller beyinde patolojik sınırı geçerse Alzheimer, Parkinson gibi sinir hasarına bağlı hastalıklar hızlı ilerlemeler gösterir. Daha çok da beyin hücrelerinin membranlarını bozarak etki gösterirler. Bunu için beyin de, serbest radikalleri (kan-beyin bariyerini kolayca geçtiklerinden dolayı) nötralize etmek için C vitamini depolar. C vitamini depolayan tek organ beyindir. Ayrıca Faz I’de üretilen serbest radikaller mitokondriyal disfonksiyon yaparak kronik hastalıklardaki hasarları da arttırır. Faz I sistemi yavaş çalışanlarda, antioksidan sistemin de yavaş çalıştığını görüyoruz. Örneğin uyku bozukluğu olan kişilerde, kendini sürekli yorgun hissedenlerde, 1 fincan kahve ile uykusu kaçanlarda, ilaçların yan etkilerini hemen gören hastalarda, düşük doz alkolden hemen etkilenenlerde, alerjisi olanlarda, su içme isteğini azalanlarda, sabah iştahsızlıklarında Faz I yavaş veya iyi çalışmıyor demektir. Ayrıca bütün kronik hastalık sahiplerinin Faz I’i bozuktur.
Faz II reaksiyonlarında ise; lipofilik olan toksin yapısı bir kimyasal grupla birleşince hidrofilik (suyu seven) özellik kazanır ve bu durum çok tehlikelidir. Böyle bir yapı kazanan toksin süratle vücuttan uzaklaşması gerekir. Vücudumuzun yaklaşık %60’ının su olduğu düşünülürse serbest dolaşan toksinle karşı karşıya kalınır. Böylece toksisitede artış oluşur. Bu durumda da karaciğerin Faz III reaksiyonlarının sağlıklı çalışmasına ihtiyacımız vardır. Bir an önce hidrofilik olan toksinin vücuttan uzaklaştırılması gerekir.
Karaciğer yağlanması, kronik enflamasyon, immün sistem bozuklukları, depresyon, rozasea hastaları, akciğer ve mesane kanserlerinde Faz II yetersiz çalışıyordur.
Faz III ise atılım fazıdır. Safra ve barsak bu fazda önemli rol oynar. Bağırsaklara gönderilen safra lifler tarafından emilir ve atılır. Liften fakir beslenildiğinde toksinler tekrar vücuda geri emilir. Ayrıca bağırsaktaki zararlı bakteriler toksinleri daha zararlı birleşiklere dönüştürebilirler.
Peki, ne yapmamız gerekir? Sağlıklı beslenmek, egzersiz yapmak, bol su içmek, kronik kaygıyı azaltıp iç duyarlılığı arttırmak gibi her yerde yazılan yaşam tarzını kabul edip; içselleştirip, uygulamamız gerekiyor. Herkesin bildiği, çok kolay ama aslında en zor olan davranış değişikliklerini…
Sağlıklı ve huzurlu günlere…