Prof. Dr. Kadir DEMIRCAN
Grip Ve Tarih: Kısa Bir Seyahat
Bu dizeler Kuvayı Milliye Destanı’ndan. Nazım Hikmet’in Kurtuluş Savaşı'nı anlattığı 1965 yılında yayımlanan eserinden. Tarihi kaynaklar I. Dünya Savaşı’nın bitmesinde İspanyol gribinin rolünün olduğunu söylüyor. Bu salgın ekonomik, sosyal ve tıbbi olarak toplumları çok etkilemiştir. Detroit’te araba üreten Ford şirketi binden fazla işçisini grip dolayısıyla evine gönderdi. Gribin Amerikan ordusunun muharebe gücünü azalttığını zedelediği görülünce Başkan Wilson, askere alınacak kişilerin işlemlerini durdurdu ve askere alınan kişilerin de grip salgını kontrol altına alınıncaya kadar cepheye sevk edilmemesi kararını aldı. 1918’in sonbaharında da I. Dünya Savaşı’nı durduran Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandı. Prof. Dr. Metin Özata’nın kaleme aldığı "Atatürk ve Tıbbiyeliler" kitabına göre ise, Mustafa Kemal, Samsun’a gitmeden önce İspanyol gribi geçirmiştir. Adıyaman Üniversitesi’nde 2012 yılında İspanyol Gribinin Dünya ve Osmanlı Devleti Üzerindeki Etkileri, başlıklı Yüksek lisans tezi hazırlayan Murat Yolun’a göre İspanyol gribi hemen hemen bütün dünyayı etkilerken Osmanlı Devleti de bu salgın hastalıktan kaçamamıştır. Sadece başkent İstanbul’da 6403 kişi hayatını kaybetmiştir. İstanbul’daki ölü sayısı ortalaması binde 5,6’dır. Hindistan'da 17 milyon kişi, yani ülke nüfusunun %5'i bu hastalıktan ölmüştür.
İnsanlar, mikroorganizmalarla beraber yaşayan canlılar olduğu için mikroplardan kaçınmak neredeyse imkânsızdır. İnsanda milyarlarca hücre var iken sadece bağırsaklarımızda trilyonlarca bakteri yaşamaktadır. Bazıları bizi hasta eder, ölüme yol açar, bazıları ise faydalıdır işimize yarar. Bazen de bu mikroorganizmaların salgınlar şeklinde siyasi, ekonomik ve toplumsal sonuçları insanlık tarihinde derin izler bırakmaktadır. Bulaşıcı hastalıklar tarih öncesi dönemlerden beri insan hayatını tehdit etmektedir. Şehir hayatı ve tarıma geçiş bulaşıcı hastalıkların yayılmasını çok kolaylaştırdı. 1800’lerde dünya nüfusunun yaklaşık %2’sinden daha azı kentlerde yaşarken bu oran 2000’de ise %70’lere kadar ulaşmıştır. Yine Avrupa’da sanayileşme ile birlikte artan tüberküloz vakalarının şehirlerde yüksek olması kritik bir öneme sahiptir. Astım vakaları yine köy hayatından uzakta yaşayanlarda daha fazla görülmektedir.
Dünya tarihinde bilinen ilk salgın Hitit uygarlığında görülen veba salgınıdır. M.Ö. 14. yüzyılda 20 yıl süren bir veba salgınından bahseden tablet üzerine yazılı duada halkı kırıp geçiren vebanın 20 yıl boyunca sürdüğü yazılıdır. Modern dünyada bilinen en büyük salgınlardan biri ise bu yazının konusu olan İspanyol grip salgınıdır.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında bir askerdi. Bir gün ateşlendi. Yüzü mosmor kesildi, burnu kanadı ve 48 saat gibi çok kısa bir süre zarfında nefes almakta zorlanarak öldü. Camp Devens’teki gripten ölen askerlerin göğüslerini açtıklarında solunum yolunun kırmızı kuşüzümü jölesine benzediğini gördüler. Bu kaba otopsiden sonra doktorlar bunun yeni bir tür enfeksiyon olabileceği sonucuna vardılar. Dünya Savaşının sonlarında Boston’daki askeri bir kampta askerlerde yüksek ateş görülür. Menenjit-beyin zarı iltihabı teşhisi konur. Ertesi gün doktorlar fikir değiştirir. Çünkü onlarca asker üst solunum yolu şikayetiyle revire hücum eder. 45 bin askerin bulunduğu kampta, 16 Eylülde 36 kişi, 23 Eylülde 12604 kişi hastalığı kapmıştır. İlerleyen günlerde kampın yaklaşık yarısı hasta olur. 800 asker hayatını kaybeder. Birçoğu hastalığa yakalandıktan ilk 24 saat içinde ölür. Otopsilerinde akciğerlerinde kan ve sıvı toplanması görülür. Bir panik havası oluşur. Bu teşhis edilemeyen ve öldürücü hastalık neydi acaba? 1347-1351 yıllarında Orta Çağ’da 75 milyonun ölümüne sebep olan “Kara Veba geri mi döndü?” diye yorumlar yapılır. Hastalık 6 ay içinde tüm dünyaya yayıldı. Ekim ayında San Francisco’da toplu yerlerde maske takma zorunluluğu getiren yasa kabul edildi. San Francisco Chronicle gazetesi bunu "Maske Takın, Hayatınızı Kurtarın (wear a mask and save your life)" anonsuyla duyurdu. Sadece Amerika’da Eylül ve Kasım aylarında haftada 10 bin Amerikalı hayatını kaybetti. 3 Ağustosta salgın İsviçre’ye ulaştı. Alaska’nın buzlu dağları ve Pasifiğe kadar çok geniş bir alana hızlıca yayılan hastalık gizli servisleri de harekete geçirdi. Acaba biyolojik bir savaşla mı karşılaşıyorlardı? Amerikan gizli servisi Kara Veba İsviçre’de diye mesaj alır. 1918 Ocak ayında başlayan bu salgın 1920 Haziran ayında biter. I.Dünya Savaşı’nda 9 milyon kişi öldü. Ama 1918-1919 yıllarında bu hastalıktan 40 milyon kişi öldü. Sadece Amerika’da 1918 yılında 43 bini asker olmak üzere 675 kişi bu bilinmeyen hastalıktan öldü. Bazı kaynaklar 35-100 milyon kişinin öldüğünü belirtmektedir. Genel ölüm oranı %8-13 olarak hesaplanır. Dünyadaki bu toplu ölümlerin etkisi yıllarca sürdü.
Dünya 1918 salgınına “İspanyol Nezlesi” adını vermiştir. Tıbbi olarak bu durumun İspanya ile ilgisi yoktur. Ancak, İspanya I. Dünya Savaşı’nda İspanya tarafsız bir ülke idi ve İspanya’da basın üzerinde sansür yoktu. Amerika ve diğer bazı savaşan ülkelerde ise halkın moralini bozmamak ve düşmana zayıf görünmemek adına bu salgın mümkün olduğu kadar basında sansüre uğratıldı. New York Times gazetesinin sansürü bugün bile tartışılmaktadır. 2009 tarihli Nature dergisinde John Barry, “Pandemics: avoiding the mistake of 1918”, 1918’deki yanlıştan kaçınmak adlı makalesinde sağlık konusunda halkı doğru bilgi verilmesi gerektiğini belki de bu sayede alınacak önlemler ile ölümlerin azaltılabileceğini tartışır. İspanya medyası rahat bir şekilde bu salgını ve ölümleri haber yaptı. Dünya kamuoyu da İspanya medyası sayesinde olayın çapından haberdar olunca bu salgına “İspanyol Gribi-Nezlesi” adı verildi. Özellikle İspanya kralı XIII. Alfonso ve başbakanı gribe yakalanınca İspanya dışında da salgın dikkatleri üzerine çekti. “El Sol” isimli gazete Mayıs 1918’deki bir sayısında salgından ilk kez bahsetti. Almanların savaş taktiği olarak biyolojik bir silah olarak bu hastalığı yaydığı haberi ortalıkta dolaşınca hastalığın adı “Alman Vebası”, hızlı öldüren hastalık olduğu için de salgını “Blitzkatarrh” (Yıldırım Nezlesi) olarak isimlendirildi. Kısaca, hastalığın İspanya’da çıktığından değil, savaşan ülkelerin uyguladığı sansür yüzünden ve sadece savaşa katılmamış tarafsız İspanya gazetelerinde hastalıktan söz edildiği için bu salgın ve hastalık ‘İspanyol nezlesi’ olarak anılıyor.
İspanya kralı gibi, Mustafa Kemal Atatürk’ün de 1918’de gribe yakalananlar arasında olduğu söylenir. Mustafa Kemal 1917’de Vahidettin ile birlikte Almanya seyahatine çıkar. Bu seyahatin dönüşünde böbreklerinden rahatsız olduğu için İstanbul’a hemen dönmez ve Viyana’ya bugün Çek Cumhuriyeti sınırları içinde bulunan ve kaplıcaları ile ünlü Karlsbad’ta bir süre dinlendikten sonra İstanbul’a dönmek için tekrar Viyana’ya gelir. Avusturya’da İspanyol gribine yakalanır ve birkaç gün gecikmeyle İstanbul’a dönmek zorunda kalır. Mustafa Kemal 1919’da Samsun’a hareket edeceği sıralarda tekrar gribe yakalanır. Bunun üzerine yaveri Cevad Abbas Gürer hekimleri çağırarak Mustafa Kemal’i muayene etmelerini ister ve yapılan tetkikler neticesinde Atatürk’ün sağlıklı olduğu ve gribin yine vücudunda çok fazla etkili olamadığı anlaşıldı. Nazım Hikmet yazdığı Kuvâyi Milliye şiirinin bir bölümünde grip salgınından ve 1918 Osmanlı toplumundan bahsetmektedir.
İspanyol gribine yol açan influenza A virüsü olarak sınıflandırılan H1N1’di. İnfluenza (grip, flu) virüsü, Orthomyxoviridae adlı bir virüs ailesine ait. İnfluenza A, İnfluenza B ve İnfluenza C olmak üzere şu an bilinen 3 türü var. Virüslerinin gözlemlenebilmesi ancak 1930’dan sonra mümkün olabilmiştir. Bu tarihe kadar mikroskobik canlıları görebilmek için gerekli olan elektron mikroskobu henüz keşfedilmemişti. 1933’te İnfluenza A virüsü tespit edilebildi. 1940’ta İnfluenza B ve 1948’de de İnfluenza C tespit edildi. Bu virüslerin tam anlaşılması 1990’lara kadar sürdü. İnsanlık tarihinin bilinen en büyük salgını olarak bilinen İspanyol Gribi'nin en ilginç özelliği, Dr. Osman Şerafeddin’in de tespit ettiği gibi yaşlı ve çocuklardan çok, sağlıklı gençleri etkilemesidir.
Virüsler yaşamlarını devam ettirebilmek, tüm güçleriyle nesillerini devam ettirmek ve üremek için insan hücrelerine girmeye çalışıyor. Bilim insanları da sağlığı korumak için virüsün silahlarına karşı aşı ve ilaçlar geliştiriyor. Bazen virüsler, bazen de insanlar bu savaşı geçici olarak kazanacak. H5N5’e karşı aşı yaptırdınız. Bir sonraki sene virüs H1N1 olarak karşımıza çıkıyor. Doğal olarak da bir önceki yıl kullanılan aşılar ertesi yıl işe yaramıyor. Bu durumda virüse direnebilmek çok güçleşiyor. Ayrıca virüs vücudun bağışıklık sistemini atlatabilmek için yüksek mutasyon hızı ve “antijenik değişiklik” mekanizmasıyla bukalemun gibi değişebiliyor. Virüs bunu üzerinde bulunan H ve N proteinleri ile başarıyor. Bu sayede farklı yüzlerle insan hücrelerinin karşısına çıkarak hücrelerimizi kandırarak bizi hasta etmeye çalışıyor.Aşıların çok işe yaramamasının sırrı bu H ve N genlerinde. Bunlardaki tek amino asitlik mutasyonlar bile virüsün farklı bir şekilde karşımıza çıkmasına neden oluyor.
Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Servisinden Hakan Erdem ve arkadaşlarının literatüre kazandırdıkları çok güzel bir çalışma bulunmaktadır. Osmanlıca kaleme alınan bu eser Türkçeye kazandırılmıştır. Sonradan Çelik soyadını alan Dr. Osman Şerafeddin’in İspanyol Nezlesi üzerine 1918 yılında kaleme aldığı ve 1923 yılında İstanbul Seririyyatı (klinikleri) tıp dergisinin birinci cilt, 12. sayıda 263-266. sayfalarda yayımlanan “İspanyol nezlesinde başlıca afat-ı teşrihiye” başlıklı bilimsel makale 1918 yılında hekimlerimizin kalitesini ve hastane donanımlarımızın dünya seviyesinin üstünde olduğunu göstermesi açısından çok dikkat çekicidir.1887-1945 yılları arasında yaşamış, Türk Mikrobiyoloji Cemiyetinin kurucu hocalarından olan Dr. Osman Şerafeddin 1918 yılında kaleme aldığı makalesinde, 1918 grip salgını esnasında karşılaştığı ve influenzadan hayatını kaybeden olgular üzerinden klinik ve anatomo patolojik harika yorumlar yapmaktadır.
Eserden bazı alıntılar:
İspanyol nezlesinin (influenza) bu yıl yeniden istila edercesine hükmünü sürdürmeye başladığı -yaklaşık- iki aydan beri, bu hastalıktan ölen 30’a yakın cenazenin otopsisini yaptım.
1889-1890 yıllarında görülen salgını anlatan kitapçıklarda ve makalelerdeki açık ve mükemmel tanımlar dikkate alındığı takdirde, bu kez yine aynı hastalıkla karşı karşıya bulunduğumuzu kabulde zerrece tereddüt göstermeyiz. Bununla beraber bazı farklar mevcuttur.
1889-1890 yıllarında gripten ölenler genellikle ihtiyar ve zayıf kişilerdi. Lakin biz, bu kez kadavra masası üzerinde sağlam, kuvvetli ve adaleleri iyi gelişmiş kişilere rastlıyorduk.
Bunların çoğunluğu limanda, rıhtımda tesadüf ettiğimiz güçlü, kuvvetli ve günlük olarak da İstanbul’un bir köşesinde hekimlik yapan saygıdeğer arkadaşlarımızdan fazla para kazanan hamallardı!
İnfluenzada rastlanılan anatomik değişim, en çok solunum yollarında ve akciğerlerdedir. Cildin pul pul döküldüğü iltihaptan, soluk borusu ve büyük bronşların maddi iltihabından uzun uzadıya söz etmeyeceğim. Ancak gerek büyük bronşlar gerekse kılcal bronşlarda, gripten ölen hemen her hastada buna rastladık.
Akciğerlerde en çok rastlanan büyük tahribat ise bronkop nömonidir. Otopsi yaptığım olgulardan yalnız üçünde gördüm. Göğüs açıldığı zaman bir dereceye kadar iltihaplı akciğer dokusu üzerinde koyu mor çeşitli merkezlere de rastlanıyor.
Mikroskopla muayene edilen kesiklerde (kesitlerde) yer yer akciğer kabarcıklarının embriyon delikleriyle dolu olduğu görülür. Civarlarda bulunan damarlarda çok kan birikmiştir. Alyuvarlar bazen damarlardan dışarıya dökülmüştür ve kabarcıkların içinde fazla miktarda alyuvarlara da rastlanır.
Şimdi en fazla tahribata uğrayan iki organa geliyoruz ki bunlardan biri böbrekler, diğeri de beyindir. Vefat eden hastaların %90’ında böbrekler büyük, yumuşak, koyu mor renkteydi. Böbrek zarı kolaylıkla kaldırılabiliyordu. Verharen yıldızları açıkça şekillenmişlerdi ve kan birikmişti.
Mikroskopla muayenede glomerüllerinin irileştiği, bovamani mahfazasını tamamıyla doldurduğu gözlenmekteydi. Damarlar gayet genişlemiş, kanla fazlaca dolu olup kanivat içinde bile alyuvarlara rastlanmaktadır. Açıkça manzara, bir “glomerulonephrilehémorrhagique” görüntüsüdür. Bu böbrek tahribatına 30 yıl önce de rastlanılmıştı. O zamanlar bir “nephriteparenchymateuse”den söz edilmekteydi, fakat buna ender rastlanıyordu. Geçen yıl Almanya’da bazı hekimler yukarıda söylediğimiz böbrek iltihabi kanamasını (hemorajik böbrek iltihabı) tanımlamışlardı. Onlara göre bu tahribata nadiren rastlanır. Halbuki biz hemen hemen olgularımızın %90’ında buna rastladık.
Beyin tahribatına gelince, üç kez beyin iltihabı kanamasını gördük. Bu hastalardan birisine beyin zarı iltihabı (menenjit) teşhisi konulmuştu.
Beyin damarları genişlemiş ve kan birikmişti. Sincap renkli madde ile beyaz madde içinde ufak bir iğne ucu kadar kırmızı kanama lekeleri görülüyor ve bu lekeler beyaz madde içinde daha fazla, beyincik ile köprüde ise miktarları daha azdı.